Bendeniz, Uzunçorap’ın yazarlarından Gökçe’nin ortaokul arkadaşı, 1985 yılında Libya’daki ambargo nedeniyle 8-15 yaş arası annemin sempati duyduğu İstanbul’a yerleşen ve Türkçe öğrenen, tesadüfen annemin bulduğu Türk ismi taşıyan, önce çeşitli özel sebeplerden daha sonra da diplomatik görevden dolayı üç ülke dolaşıp (Libya, Türkiye, Pakistan) en son Kuzey Kıbrıs’ta KKTC bursu ile üniversiteye gittikten sonra, yaşayacağı üçüncü kıta beşinci ülke olan anavatanı Bosna Hersek’e, Saraybosna’ya yerleşip kök salan, şu anda hayatının 17. evinde oturan, babası Iraklı annesi Bosna Hersekli, dört çocuklu bir ailenin ikiz kızlarından biri; Trablusgarp doğumlu, tek pasaportlu, fakat kendini hiçbir ırka, millete ve ülkeye ait hissedemeyen bir dünya vatandaşıyım.

37 yıllık hayatımı en kısa sığdırabileceğim cümle bu kadar kısa olabilirdi sanırım. Dünya üzerindeki yerim bu. Dünya üzerindeki şimdilik vazifem ise 8,5 yaşındaki bir erkek ve 5,5 yaşındaki bir kızdan oluşan (üçüncüsü yolda) iki çocuğuma bakmak.

Üçüncü kez hamile kalmamla ve canım arkadaşım Gökçe’nin hamilelik günlüğü yazmam teklifiyle sarıldım kaleme. Çocuklar üzerine olan tüm sayfalar ilgimi ister istemez çekiyor zaten. Bugünkü çocuklar hakkında pek çok yazılıp çizilecek konu var iken, iki çocuk annesi olarak bunun bir parçası olmak kendimi bir nebze işe yarar hissettirecektir.

Kendi çocukluğumuzla veya annelerimizin zamanındaki çocuklarla devamlı mukayese edilen bir çocuk nesli yetişmekte ve maalesef bir anne baba topluluğu da bu zamanın verdiği rahatlıkla şımarmakta ve bocalamakta.

Çocuk sahibi olan birinin arkasından acındığı, hayatının kararmış görüldüğü, tecrübeli ebeveynler tarafından her aşamada korkutularak, hayatının neredeyse artık hiç bir eğlencesi kalmadığına inandırılıp soğutulduğu, aynı kişilerin de bu sendromu etraftaki anne baba adaylarına yaydığı bir ortamdan bahsediyorum. Aynı anne babalar kendi çocuklarından bahsederken en fazla uykusuzluk olmak üzere çekilen büyük zorluk ve zahmetten, çocuğun gerektirdiği tüm yükümlülüklerden bahsederek bol sıkıcı negatif muhabbetli insanlar haline gelmişlerdir.

Bunları anlatırken bile her şeyi ‘fedakarlık’ adı altında sunacaklardır ve sonuna kadar dinleyebildiyseniz sizi gerçekten böyle olduğuna inandıracaklar. Sularını kuyudan çekmezken, bebeler sırta bağlı tarla sürmezken, doğurulan 10 evladın yedisini aşı ve teşhis yetersizliğinden gömüp sağ kalanlara tutunmak zorunda kalmazken, her biri lüks sayılacak yaşamlarımızda, günümüz teknolojisinde, bebek bakıcıları, süper kreşler, çocuk kanalları, oyun parkları, hazır mama döneminde 1, eskaza iki çocuk bile bakamazken neyin şikayeti yapıldığı mantıkdışıdır.

Birkaç hafta önce çocuk sahibi olmadan evvel çalıştığım okuldan, ailesi buraya yerleşmiş bir Türk öğrencimin 6 ay kadar önce hayatını kaybettiği haberiyle annesine başsağlığı ziyaretinde bulundum. Öğrencim 20 yaşına gelmiş, üniversiteye başlamış ve annesinin deyimiyle hayatının baharında trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Bu kısa ziyaretten sonra günlerce beynimi kurcalayan iki anekdot aklımda kaldı.

Hamile olduğumu ziyaret sırasında öğrenen velim bunu duyunca ‘Nasıl pişmanım bir bilseniz, keşke daha çocuk yapsaymışım’ dedi. Karnıma elini koyarak bunları söylediğinde, üçüncü çocuğa isteyerek hamile kaldığım halde kendim bile o ana kadar buna bu kadar sevinmemiştim.

Aklımda kalan ikinci anekdot ise artık çocuğu hayatta olmayan bir annenin çocuğu ile ilgili ‘olumsuz tek kelime’ sarf etmiyor olmasıydı. Olumsuz tek bir şey dahi hatırlamıyordu onunla ilgili. Onun için oğlu hala şimdiki zamandaydı, ‘eşsizdi’, hatta ‘mükemmeldi’. Ne uyutmadığı gecelerden, ne akan sümüklerinden, ne yaramazlıklarından, ne de 20 sene çektirdiği zahmetten bahsetti. Onu, en güzel, en iyi halleriyle anarken aklıma bana arada telefon açıp arka fonda tek çocuk sesi eşliğinde ilk cümlesi ‘deliriyorum’ olan arkadaşım geliyor. ‘Çocuk olunca çok zor’ ‘yok çocuk var biz gidemeyiz’ ‘çocuğu bırakabilirsek geliriz’ ‘yaa şimdi çocukla zor’ diyen bütün anne babalar geliyor aklıma o an.

Çocuk sahibi olmayı komplekslerimizle, keyfimize düşkünlüğümüzle, bencilliğimizle kendimizin zahmete dönüştürdüğümüzü, aslında önce kendimizin sonra çocuğumuzun hayatlarını zorlaştırdığımızı nasıl fark etmiyoruz? Bir çocuk biyolojik istekleri olan yiyecek-içecek, tuvalet ve uyku dışında başarıdan saydığı sunumlarının fark edilmesi, izlenmesi, beğenilmesi ve uzaktan da olsa gülümseyerek onaylanmasından, ilgiden başka ne ister ki bizden? Onun haricindeki her yaramazlık dediğimiz veya pek gururlanamayacağımız davranışları da, üst satırda saydıklarımın eksikliği veya yetersizliği durumunda ilgiyi çekebilmek adına yapılan yine gayet masum olan teşebbüslerdir. Aslında bizi mutlu edip gururlandırmaya çalışmak da onların kendilerine has keyfi, doğası ve tabii ki hakkıdır. Yoksa denizin içinde doya doya oynamak varken, neden beş kez üst üste ‘ANNE BAK’ diyerek burnunu tutup, nefessiz kalıp dalmaya uğraşsın ki. Dalmayı zaten öğrenmiştir. Ama yüzünüzün alacağı ifade, gözlerinizi kocaman açıp her seferinde şaşırmanız onu imparator gibi hissettirecektir. Ve sizi ne kadar mutlu ettiğini düşünerek tekrar tekrar sizi mutlu etmek isteyecektir.

Bütün çocuklar kendine göre mükemmeldir. Ben çocuklarımın en yaramaz hallerinde bile hatta birbirlerine kızarken bile onları dayanılmaz çekici buluyorum, mutlu oluyorum. Hayatta sahip olduğumuz en büyük zenginliğin, lüksün ve mükemmeliğin onlar olduğunu düşünüyorum. Ve devamlı yakınmak yerine hayatımızın bu en şeker yıllarını ileride aratmayacak şekilde dolu dolu geçirmek gerek diyorum. Bence o kadar da zor değil, sizce ?

Peace…