Dosyamız onaylandıktan sonra aralıklarla kurumu arayıp sıramızı sormaya başladık. Derken gün geldi, dördüncü sıraya düştük. Artık bundan sonra 10 günde bir aramaya başladım.

Bu süre içinde işim için bir seyahate çıkmam gerekti ve kesinlikle dönme şansım yoktu. İşte o seyahatte (ki daha sıramız vardı ve ben bu kadar hızlanacağını hiç beklemiyordum) telefon geldi. “Size dosya göstereceğiz yarın gelebilir misiniz ?”

Aynı anda bu kadar çok duyguyu birden yaşayacağım hiç aklıma gelmezdi: Mutluluk, panik, korku, şaşkınlık !

Yıllardır beklediğim an geldi ve ben seyahatteyim dönme şansım yok! Günlerden Perşembe!

Durumu görevliye anlattım ve Pazartesi günü gelebilir miyim diye sordum. Anlayışla karşılayınca nasıl rahatladığımı anlatamam.

Eee, şimdi de günler nasıl geçecek, oldu mu bu ya?

Neyse geçti tabii. Pazar gecesi uyku uyumadım diyebilirim. Pazartesi sabah kuruma gittik.

Bir görüşme odasında aldılar bizi ve dosya incelememiz için bizi yalnız bıraktılar.

Garip bir duyguydu. En mutlu olmam gereken anda mideme yumruk yemiş gibiydim ve ağlıyordum. Sonuçta, seçim yapıyordum, kabul etmek ya da etmemek. Sanki elbise alır gibi, ekmek seçer gibi, oysa hayatımın en önemli olayı için seçim yapıyordum ve seçim yapmak fikri bana çok ağır gelmişti. Bir canlıyı elinin tersi ile itmek ya da bağrına basmak arasında bir seçim yapmak bana çok acı verici gelmişti.

Ağlamaya başladım. Neredeyse vazgeçiyordum ki, Sosyal Hizmet görevlimiz girdi odaya. Eşimle birlikte beni sakinleştirdiler. İki dosya vardı önümüzde ve biz ikisini de görmek istedik. Üç çocuk görme hakkımız vardı. Görevlimiz, bu iki bebeği kabul etmezsek geriye bir hakkımız kalacağını söyledi. Ama biz bir an önce bebeğimizi almak istiyorduk ve ben bu sürecin en başından beri hep göreceğim ilk bebeği alacağım diyordum kendime. Zaten bir kez daha gelmeyeceğimizden çok emindim.

Kurumdan bize bir belge verdiler ve bebeklerin bulunduğu yuvaya doğru yola çıktık…

Elimizde kurumdan aldığımız belge ile yuvaya gittik. Heyecandan ne konuşabiliyoruz, ne düşünebiliyoruz. Midemin pürtelaş asit ürettiğini hissedebiliyordum.

Yuvanın kapısında kaldık. Öğlen tatiline denk gelmiştik, bir saat beklememiz gerekiyordu. Öleceğim heyecandan, ne bir saati, bir dakika duramıyorum.

Bir saat ölüp ölüp dirildik sonunda 60 dakikayı tükettik, koşa koşa içeri girdik. Evrak işlerini tamamlayan görevli bayan 0-2 yaş grubunun bulunduğu binayı arayıp bebek görmeye geleceğimizi bildirdi ve hiç ummadığım bir cevap geldi: “Bebeklerimizin uyku saati 1,5 -2 saat sonra gelsinler!”

Şakanın tadı biraz kaçmadı mı ?

El mahkum bekledik tabii, yuvanın bahçesinde (Koru desem daha uygun olur aslında) bir bankta iki saat tırnaklarımı kemirdim. Hava yaklaşık dört derece ama ben hissetmiyorum. Tek yaptığım sürekli saate bakmak.

Nihayet saat 15.00’da tekrar gittik görevlinin yanına ve evet uyanmıştı minikler. Bizi diğer binaya götürdüler. Binanın girişinde bir odaya alındık. Buradan daha ileriye geçemeyeceğimizi belirttiler.

Görevli sordu: “Önce hangi dosyayı görmek istiyorsunuz?”

Nasıl ya, yine mi seçim yapmak zorundayım. Hayır!

Karar verdim, ben seçmeyeceğim. Bazen işleri akışına bırakmanın çok hayırlı olacağına inanırım hep.

Bizim için fark etmez dedik. Görevli ısrarla soruyor, biz asla istediği cevabı vermiyoruz. Sonunda pes etti. “Elimdeki dosyaları çeviriyorum, üstte hangi dosya varsa onu getireceğim” dedi. Kabul ettik.

İşte bu!

Baştan beri hep şuna inandım. Bir bebek var, beni seçmiş olan, benim bebeğim. Bizim buluşma şeklimiz biraz farklı tamam ama bir yerlerde beni bekleyen bir bebeğim var !

Evet, buna inandım hep ve o beni bulacaktı biliyordum.

Onu gördüm, uzaktan, bir görevlinin kucağında bize doğru geliyordu. Dondum kaldım!

Hani filmlerde falan görürüz ya da insanlar anlatırlar o müthiş duygu sellerini. Görür görmez anladım, hissettim vs. leri…

Pek inandırıcı gelmezdi bana ama…

İşte, görür görmez anladım, o benim kızım ve nihayet benimle buluştu. Bana geliyor. Ağlamaya başladım, engel olamıyordum kendime, daha kucağıma bile almadan anladım onun benim kızım olduğunu. Yanımıza geldiğinde bana baktı ve öyle bir güldü ki sanki “Merhaba anne, nihayet buluştuk! ” der gibiydi.

Kucağıma aldım, güldüm ve eşime baktım.  Anladım ki o da anlamıştı! “Bizim kızımız” dedim, “evet” dedi.

Görevliye bu bebeği kabul ediyoruz dedim. O kadar hızlı olmuştu ki her şey, onlar da şaşkındı.

Bu sırada bir hemşire geldi yanımıza ve sağlık durumu hakkında bilgi vermeye başladı bize. Sürekli bizi teşvik edici şeyler söylüyordu. Birkaç kere “tamam, biz bu bebeği kabul ettik.” dedim ama anlaması için dördüncü tekrar gerekti. Anlaşınca o da gülmeye başladı.

Herkes o kadar mutluydu ki!

Onlar bir bebeği daha sıcak bir kucakla buluşturmanın, biz kızımızla buluşmanın mutluluğunu yaşıyorduk.

Ne kızım benden ne ben kızımdan gözlerimizi ayırmıyorduk ama işte, hislerime güvenmekle ne kadar doğru bir şey yaptığımı bir kez daha anladım.

Ancak bir gece daha gerekiyordu. Bir gece daha ayrı kalacaktık; yarın ömür boyu bizimle olacaktı artık kızımız. Çünkü öğle tatili, uyku saati derken o kadar çok zaman harcamıştık ki, tekrar kuruma dönüp sözleşme imzalayıp yeniden yuvaya gelmek için artık zamanımız kalmamıştı.

İstemesem de yeniden görevlinin kucağına verdim kızımı ve ilk defa o an ağladı! Ben de ağlamaya başladım ve ona dedim ki: “Anneciğim biz senin odanı ve eşyalarını hazırlamak için gidiyoruz şimdi ama yarın gelip seni alacağız ve bir daha hiç ayrılmayacağız. Ağlama sakın! Bir gece daha sabret olur mu?”

Sustu, baktı ve güldü…

***

birevlatedindik.biz