“Ama babamız, ne zaman gelecek? Ne zaman? Bekledik, bekledik, babamızın bir gün mutlaka geleceğini… ve sonra ölüm haberi geldi.”
1926 yılının Kasım ayında, faşist Mussolini hükümetinin emrindeki faşist polis, sahip olduğu milletvekili dokunulmazlığına rağmen Antonio Gramsci’yi tutuklayıp Roma cezaevine koyduğunda, Giuliano Gramsci henüz iki aylık bebektir. Ağabeyi Delio ise iki yaşındadır.
Yukarıdaki cümle, 2001 yılında yapılmış bir video röportajda, 75 yaşındaki Guliano Gramsci’nin dilinden dökülmektedir. O videoda Giuliano’nun gözleri, babasını göreceği günü hâlâ bekleyen bir çocuk gibi bakmaktadır. O iki aylık bebeğin, o 75 yaşındaki adamın çocukluğu, hiç görmediği babasının hapisten bir gün çıkacağını umarak geçmiştir.
1998 yılıydı, üniversitenin son sınıfındaydık. Her pazar Ulaş’la, Kadıköy merkez postane ile Akmar pasajı arasında kurulan kitap pazarına gider, sahaf tezgâhları arasında el ele dolaşıp saatlerce eski kitaplara bakardık. Yetişmemiz gereken hiçbir yer, yetiştirmemiz gereken hiçbir şey yoktu.
Upuzun bir sonsuzluktu sanki o yıllarda zaman. ‘Kuşçular’ dediğimiz evcil hayvan satan dizi dizi dükkânların hemen arkasında, Beşiktaş vapur iskelesinin çaprazında sıralanan çay bahçeleri, yani Hasır henüz yıkılmamıştı. Akşam olana kadar küçücük hasır taburelerin üzerinde oturur, çay üzerine çay, sigara üzerine sigara içerek yeni aldığımız eski kitapları okurduk.
Geçen hafta kütüphaneyi karıştırırken, o günlerde sahaflardan aldığımız kitaplardan biri, Antonio Gramsci’nin 1979 baskısı Çocuklarıma Mektuplar’ı çarptı gözüme. Bu kitabı okumaya Hasır’da başlamıştım. Kalkmamız gerekmiş olacak ki, okumayı yarıda bırakıp, sayfaların arasına ayraç niyetine bir Beyaz Fırın fişi koyup kapatmışım kitabı. Açmamışım bir daha. Kitabı tekrar elime alıp da içinde Mayıs 1998 tarihli o fişi bulduğumda, aradan geçen on altı yıldan sonra, 23 yaşındaki halimle buluşmuş gibiydim. Kaldığım yerden değil, en baştan okumaya başladım.
Mektupları o zaman okurken “Antonio Gramsci benim babam olsaydı nasıl hissederdim?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Oysa bu sefer okurken, kendime “bir anne olarak Esra Bilgiç’in, bir baba olarak Antonio Gramsci ile ortak yanları var mı acaba?” diye sorarken buluyorum kendimi. Şimdi dikkatimi çeken detayların daha önce hiç dikkatimi çekmemiş olduğunu fark ediyorum.
Çocuklarının bütün duyularını harekete geçirmeye, algılarını açmaya çalışan, her şeyi deneyimleyerek öğrenmelerini isteyen, onları etraflarını dikkatle incelemeye teşvik eden bir baba Gramsci. Mektuplarından birinde soruyor: “Delio Pinokyo kitabını aldı mı? İçindeki resimler hoşuna gitti mi? Bu resimler tahtadan yapılmış olan bu kahramanı tanımlayabiliyorlar mı? Pinokyo’nun öyküsü Giuliano’nun hoşuna gidiyor mu?”. Bir diğerinde de merak ediyor:
“Sevgili Giuliano, ilk kez denizi gördün, bana birkaç izlenimini anlat. Denize girdiğin zaman çok tuzlu su yuttun mu? Yüzmeyi öğrenebildin mi? Küçük balıklar, denizanaları yakaladın mı?”.
Başka bir mektubunda “Sevgili Delio, Güllerden, ayılardan ve aslanlardan söz eden mektubunu aldım. Hangi aslanları gördün? Afrika aslanları mı yoksa Türkistan aslanları mı? Yeleleri mi, yoksa boyunlarından sarkan dümdüz tüyleri mi vardı?” diye sorarken, çocuklarını ayrıntılara dikkat etmeye ve aynı türün cinsleri arasındaki farkları merak etmeye yönlendiriyor. “Sevgili çocuklarımdan uzak olmak, okul ve gündelik yaşamdaki eylemlerine katkıda bulunamamak beni çok üzüyor” diyerek dile getirdiği üzüntüsünün, çaresizliğinin derinliği ve sahiciliği kitabın genelinde çok yoğun bir şekilde hissediliyor.
Bununla birlikte, yeri geldiğinde çocuklarını azarlamaktan da geri durmuyor baba Gramsci:
“Sevgili Giuliano, güçlü ve artık büyümüş bir çocuk olduğun halde, neredeyse beş yaşındaki bir çocuk gibi yakınıyorsun mektubunda… Senin gibi amacına kolayca ulaşabilecek bir çocuğun, mektupta yaptığın gibi yakınması hiç hoşuma gitmedi” diye yazarken, kızarak da olsa, oğlunu cesaretlendirmeye ve onun özgüvenini pekiştirmeye çalışıyor.
Mektuplar aracılığıyla çocuklarına sürekli bir şeyler öğretmeye, onların becerilerini, yaratıcılıklarını geliştirmeye gayret ediyor. Kimi mektubunda gülüp eğlenerek, içlerinden geldiği gibi resim yapmalarını, kimi mektubunda yaşadıkları her şey hakkında, örneğin yaptıkları deniz yolculuğu üzerine yazmalarını söylüyor onlara. Kimi zamansa “elli santimlik bir pirinç ya da çelik bir çubuk, biraz renkli kumaş parçası veya kolalı kâğıtla” nasıl abajur yapacaklarını adım adım anlatıyor.
Giuliano’ya “Ders çalışırken karşılaştığın zorlukları bana birer birer anlatırsan, çok çok sevinirim. Bana öyle geliyor ki, güçlüklerin ne olduğunu sen kendin ortaya çıkarabilirsen ötesi kolay olur ve çalışmakla bunların altından kalkabilirsin” derken, oğlunu, eksiklerini kendi kendine bulup gidermeye yönlendiriyor.
Çocuklarına sitem ederken bile öğretici ve cömert. Delio’ya “Sana zamanı hatırlatmayı umarak bir kol saati yolluyorum… Belki artık hep son bir kaç dakika içinde bana mektup yazmaktan vazgeçersin” diye yazıyor örneğin.
Çocuklarının günlük hayatları ile ilgili her detayı bilmek istiyor. “Beni sevindirmek istiyorsan, sabah uyandığın andan akşam yatıncaya kadar geçirdiğin tam bir günü anlat bana” diyor.
Ne yiyip içtiklerinden sağlık durumlarına, hangi oyunları oynadıklarından okuldaki derslerine kadar her şeyi ama her şeyi bilmek istiyor. Bu yüzden de daha sık ve daha uzun mektuplar bekliyor oğullarından. Bu beklentisi karşılanmayınca yaşadığı hayal kırıklığı satır aralarında göze çarpıyor. Kimi zaman masallar anlatıyor çocuklarına. Pek çok mektubunda ise Sardunya adasında hayvanlarla ve doğayla iç içe geçen kendi çocukluğundan anılarını aktarıyor masal niyetine.
Bu renkli anıları okuduğum anlarda Gramsci’yi, meşhur Hapishane Defterleri‘ni yazdığı masada otururken, aynı kalemle cins cins kuşların, kirpilerin, tilkilerin, kertenkelelerin yaşamlarına dair mektuplar yazarken düşünmek tuhaf bir tebessüm doğuruyor yüzümde.
Eğer Gramsci aynı zamanda bir baba olmasaydı, hiçbir zaman çocuk Antonio’nun anılarını okuma fırsatımız olmayacaktı diye düşünüyorum.
Kitabın sonlarına doğru bir mektubunda karısı Giulia’ya “çocukların büyümesi üzerine ilk taze izlenimlerin tadını çıkaramadığım, sana yardımcı olamadığım ve çocuklara yol gösteremediğim için büyük bir kıskançlık duyuyorum” diye yazıyor.
Gramsci, çocukları büyürken yanlarında olabilseydi, yalnızca Giuliano ve Delio’nun değil, karısı Giulia’nın da hayatı nasıl güzelleşirdi diye düşünmeden edemiyor insan. Hiç görmediği Giuliano’yu ve iki yaşındayken bıraktığı Delio’yu bir daha asla görmeyeceği ihtimalini hem hiç aklına hiç getirmeden, hem de hiç aklından çıkarmadan yazmış sanki bu mektupları.
Çocuklarıma Mektuplar, okurken çokça sevgi, bitirirken ise çokça hüzün duyumsatıyor bana. Sardunya adasında büyüyen çocuk Antonio ile hapishanede çocuklarını düşleyen baba Gramsci’nin aynı kişi olduğunu bilmek; iki aylık Giuliano’nun dünyaya yeni açılan gözleriyle 75 yaşında hâlâ babasını görmeyi bekleyen Giuliano’nun gözlerinin aynı gözler olduğunu düşünmek; 23 yaşındaki üniversite son sınıf öğrencisi ile 39 yaşındaki iki çocuk annesinin aynı kişi olduğunu hatırlamak…
Kitabın ardından, zaman mevhumunu yitirmenin tuhaf tadı kalıyor damağımda. Upuzun bir sonsuzluk sanki şimdi zaman.