Advertisement

Yazar: Esra Ercan Bilgiç

Çocuklar için eğlenceli ve yaratıcı ev aktiviteleri

Havalar artık çok sıcak, akşamüstü olmadan evden çıkmak pek mümkün olmuyor, güneş yakıp kavurmaya başladı. Dışarısı çıkılacak kadar serinleyene kadar çocuklarla evde geçen zamanı bir şekilde değerlendirmek gerekiyor. Ulaş ve benim öncelikli tercihimiz çocukların mümkün olduğunca uzun süre oyuncaklı ya da oyuncaksız birlikte serbest oyun oynamalarını sağlamak ve geride durmak. Tabii, bir süre sonra oyunları bitiyor “hadi baba gel, hadi anne oynayalım” demeye başlıyorlar. Böyle zamanlarda saklambaç, körebe, evcilik gibi çocuk oyunları oynamaktan zevk alabilen bir anne değilim ne yazık ki. Bu oyunları bensiz oynamalarını tercih ediyorum. Çocuklarla birlikte hem eğlendirici, hem yaratıcı, hem de geliştirici aktiviteler yapmaya ise...

Devamı…

Masha ve Ayı Medved

Uluslararası öğrencilerin sayıca fazla olduğu “Modernleşme, Ulus ve İletişim” adlı yüksek lisans dersimin son haftasında çizgi filmler üzerinden ulusal kimliğin yeniden üretimini ele aldık. Türk milliyetçiliğinin yeniden üretimi bağlamında Pepee’nin yağlı güreş yaptığı bölümü izleyip tartışırken bu animasyondaki cinsiyet rollerinin sorunlu temsiline de değinmeden edemedik tabii, ama o ayrı bir yazının konusu. Dersi alan Rus öğrencim Galina sayesinde, o son derste Masha ve Ayı Medved ile tanıştım. Galina, Rus ulusal kültürünün bu animasyonda nasıl sunulduğunu bize anlattı. Eve gider gitmez Masha ve Medved’in pek çok bölümünü youtube’dan oğluma ve kızıma izlettim. O günden beri her akşam  büyük bir keyifle...

Devamı…

Gezi'nin yıldönümünde "kurşun kalem" yeniden!

Bir yıl oldu. Gezi’nin ilk günleri dün gibi aklımda. 28 Mayıs 2013 günü, Gezi Parkı’ndaki ağaçlar için nöbet tutulmaya başlanmışken, 31 Mayıs’ta bizi nelerin beklediğinden henüz habersizken, facebook’a şunları yazmıştım: Gezi protestolarının patlak verdiği ilk günlerde, genciyle, yaşlısıyla protestolara destek veren herkesin o beklediğim akîl insanlar olduğundan ve Gezi’nin gerçek anlamda bir yurttaş inisiyatifini temsil ettiğinden bir an bile şüphe duymadım. Yukarıda alıntıladığım durum güncellemesinde paylaştığım görüşü, protestolara destek veren pek çoklarının da paylaştığı apaçıktı. Gezi protestoları sırasında sokağa hiç çıkamadım. Çocukları bırakabileceğim kimse yoktu, anneanne-babaanneler şehir dışındaydı ve diğer herkes zaten sokaktaydı. Kızım Ekin 3 yaşına yaklaşmıştı, oğlum...

Devamı…

Vicdanın toplumsallığı ve Soma

Olup bitenler vicdana sığmıyor pek çoğumuza göre. Vicdanı olan siyasetçi böyle konuşmaz, vicdanı olan patron sorumluluğunu böyle inkâr etmez, vicdanı olan polis böyle saldırmaz, vicdanı olan müşavir böyle tekme atmaz çünkü. “Biraz vicdanlı olsalardı, ah fıtratlarında biraz vicdan bulunsaydı…” diye düşünüyoruz şimdilerde pek çoğumuz. Hakkanî ve adil olsun istediklerimiz haktan, hukuktan ve adaletten her geçen gün bir fersah daha uzaklaştıkça “vicdansız olmasalardı bari” diyoruz. Vicdansız olmasalardı, belki kötülüğün bu kadarı mümkün olmazdı diyoruz. Vicdanın tek başına bizi kötülüklerden korumaya yetmeyeceğini söylüyor Arendt. Fatmagül Berktay şöyle özetliyor Arendt’in vicdan anlayışını: “Vicdan ve diğer şeyler bireysel olduklarında önemli meseleler değillerdir; insanların...

Devamı…

Benim annelerim…

Bazı günler çok özlerdim annemi, çalıştığı bankaya telefon etmek için bahaneler uydururdum. Hafta sonları sokakta oynarken sebepsiz yere “anneee” diye seslenirdim, balkona çıkıp bana baksın da diğer çocuklar benim de bir annem olduğunu görsünler diye. Benim annem Hikmet, zeytinyağlı yaprak sarması, elmalı ay çöreği ve fındıklı şekerpareydi. Düzenli, özenliydi. Yaprakları yazdan hazırlayıp salamura yapardı. Haşlayıp saplarını ayıklar, sarmadan önce tek tek, düzgünce açardı. İçinin soğanını, yeni baharını, nanesini bol koyardı. Üzümle fıstığıysa tam kararında katardı.Tek tek, özenle, kalem gibi sardığı  yaprakları tam kıvamında pişirmek işin püf noktasıydı. Sarmalar ne çok pişmiş olmalı, ne çok diri kalmalıydı. Annem, ablam ve...

Devamı…

Küçük, sihirli, yeşil, parlak taş…

Üç gündür ağlıyor. “Anneciğim kulaklarım çok acıyor” diyor. “Canım çok yanıyor” diyor. “Ne zaman geçecek anneciğim?” diye soruyor. “Ya hiç geçmezse ne olacak?” diye düşünüp hüzünleniyor. Oynamıyor, gülmüyor, yemiyor, içmiyor. Gözleri kıpkırmızı. Bir sonraki şurup saatinin gelmesini bekliyor durmadan. Çok canı yanıyor, gerçekten çok canı yanıyor. O nefret ettiğim antibiyotiklerden medet umuyorum. O nefret ettiğim parasetamollü, ibuprofenli şuruplardan. İki kulağı birden iltihaplandı yine. Orta kulak. Bir ay içinde ikinci kez. “Neyi yanlış yaptım, bu nasıl oldu, acaba böyle olmasına engel olabilir miydim?” diye düşünüyorum. Kendimi suçluyorum, mevsimi suçluyorum, şehir yaşamını suçluyorum, elimden bir şey gelmedikçe her şeyi suçluyorum. Antibiyotiğin ilk kaşığının üzerinden 72 saate yakın zaman geçti, hâlâ ilk günkü gibi ağrıyor. Hâlâ ilk günkü gibi ağlıyor. Hiç kesilmiyor. Mümkün olsa kendi kulaklarımı ona vereceğim, olmuyor. Elini tutuyorum. “Ağlamasın benim birtanem!” diyorum. “Mutlaka geçecek!” diyorum. “Ben de çocukken” diye başlayıp “bak şimdi hiç ağrımıyor”la biten hikâyeler anlatıyorum. Sadece bu hikâyeleri dinlerken, bir de çizgi film izlerken biraz sakinleşiyor. Sürekli çizgi film açıyorum. Yaptığım her şeyden suçluluk ve pişmanlık duyuyorum. Verdiğim ağrı kesici şuruplardan, antibiyotiklerden, izlettiğim çizgi filmlerden. Kızımın elini tutarken oğlumla ilgilenemiyor olmaktan. Kızım izlesin diye açtığım çizgi filmleri oğlumun da durmadan izliyor olmasından… Ben kafamdan bunları geçirirken yine soruyor, “Ya hiç geçmezse anneciğim?”. “Kesinlikle geçecek” diyorum. “Gerçekten mi?” diyor. “Gerçekten” diyorum, “mutlaka” diyorum, “kesinlikle” diyorum. Geçmiyor. Saat iki oldu. Dörtte mutlaka Galata’da bir panelde olmalıyım. Yapmam gereken bir...

Devamı…

Koruyan ebeveynler, korunan çocuklar ve bir toplumsal olgu olarak çocukluk

Uzunçorap’a yazmaya başladığımdan beri, çocukluk meselesine duyduğum ilgi yalnızca iki çocuğun annesi olmamdan kaynaklanmıyor artık. Yakın bir zamana kadar bu alanda okuduğum kitaplar daha çok bebek bakımı, çocuk psikolojisi ve çocuklarla iletişim gibi konularla sınırlıydı. Oysa şimdilerde, hem ‘çocuk’ kavramına hem de ‘çocukluk’ meselesine toplumsal birer olgu olarak yaklaşan sosyal bilim çalışmaları daha fazla ilgimi çeker oldu. Jonn Wall’un Ethics in Light of Childhood‘u, Philippe Ariès’in Centuries of Childhood‘u, Bekir Onur’un Çocuk, Tarih ve Toplum‘u ve Sue Palmer’ın Zehirlenen Çocukluk‘u son dönemde okumaktan çok keyif aldığım çalışmalar. Ortak özellikleri çocukluk kavramının durumsallığına ve tarihselliğine vurgu yapmaları. Bu şu demek:...

Devamı…

Neden Uruguay'a gitmiyorum?: Yüzde 91.37 'Evet', gece jimnastiği, penguenler, daha neler…

Gezi protestoları sürerken Hürriyet Daily News için Barçın Yinanç’la gerçekleştirdiğimiz bir söyleşide şöyle demiştim: “1980 darbesi olduğunda 5 yaşındaydım. Nelerden yoksun olduğumuzu bilmeden büyüdük biz. Tek bir televizyon  kanalı vardı, dünyayı takip edemiyorduk.” Hakikaten, ne dünyayı ne de Türkiye’yi takip edebiliyorduk. Hadi, haksızlık etmeyeyim, Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün’ü ile Barış Manço’nun 7’den 77’yesi, bir ölçüde de Hey! gibi, Blue Jean gibi müzik dergileri ve biraz da sinema kısıtlı da olsa bir dünya algısına sahip olmamızı sağlıyordu. Fakat Türkiye’nin geri kalanında, örneğin bizim, İzmir’in dışında ne olup bittiğine dair gerçekten hiç mi hiç bilgimiz yoktu. Yalnızca içinde yaşadığımız coğrafyanın...

Devamı…

Ekin Bilgiç'ten kitap önerileri 2 – Kasabanın En Şık Devi

Ekin’ciğim hani sen bana Bekçi Amos’u anlatmıştın ya, ben o anlattıklarını yazıp senin adına yayınlayacağımı söylemiştim. Anlattıkların internette yayınlandı. Sen artık yazar oldun. Ben yazar mı oldum? Minik Balık’taki dalgıç gibi yazar mı oldum anne? Evet aynen. Bir daha yazar olmak istiyorum. Lütfen anne, lütfen! Bu sefer hangi kitabı anlatmak istersin? Minik Balık olabilir bak! Hayıııır, Devler ve Mincik Bobolar olsun. Şeyyy, o değil, değil. Devli olan başka hangi kitabım vardı benim? Kasabanın En Şık Devi? Hah, George! O kasabanın en şık devi olacaktı. İlk başta hırpaniydi. Sandaletlerini giymişti. Sokağa yaz gelmişti. Kuşlar cıvıldıyor, ağaçlar bile yeşermişti. Anlatayım mı? Yazarı Helın Körıl, resimleyen Erin Örıl. (Yazan Julia Donaldson, resimleyen Axell Sheffler) Anlat, dinliyorum. Giysi dükkanına gitmişti. George eski giysilerini bırakmıştı. Saçlarını taramış, sokağa çıkmıştı. Zürafayla karşılaştı. Uzun boynu üşümüştü. Kravatını boynuna sardı. Şarkısını anlattı bir kere. “Ben kasabanın en şık bir deviyim” demişti. Bir de keçinin ağladığını görünce “neyin var” dedi. “Neden ağlıyorsun” dedi. “Çünkü benim gemimin uçan perdeleri yırtıldı” dedi keçi. Keçinin teknesinin yelkenleri yırtılmıştı değil mi? George gömleğini çıkardı sonra da şarkısını anlattı. “Kravatım atkı olmuştuuu, gömleğim yelken olmuştuuu.” Unutmayın bunu. Sonra? George bir fare gördü. Farelerin hepsi “olamaaaz” diye vikvikliyordu, “kaçışalım, kaçışalım”. Beyaz farenin yönüne düşen George da beyaz fareye ayakkabısını verdi. Niçin? Çünkü evleri yanmış, bitmiş, kül olmuştu. Ayakkabısı farelere ev olmuştu. Benim fikrime göre Vini abra kadabra, hokus pokus yapsın, evleri geri çıksın farelerin?...

Devamı…

Çocuklar için kapitalizme giriş: KidZania

KidZania gerçek anlamda bir distopya, yani sözlük anlamıyla “hayalî kötü yer” veya “kara ütopya”. Ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz olmadan, davet üzerine gittik buraya. Kızıma onu “çocuk eğlence merkezine” götüreceğimi söylemiştim, ikimiz de heyecanlıydık. İçine girdiğim anda bu mekânın bende yarattığı duyguyu en iyi irkilme, ürperme yahut sarsılma kelimeleriyle betimleyebilirim. Truman Show’u izlemiş miydiniz? Tam olarak o filmdeki yapay kasabanın aynısından bahsediyorum. Bir nevi film stüdyosu. Nitekim içeri girer girmez kızımın ilk cümlesi “Aaa, bak anne, oyuncak gökyüzü!” oldu. Aradan yarım saat geçtikten sonra ise “Anne, eğlence nerede?” diye sordu. Her şeyin küçüğü var bu kasabada. Mekân, resmi web...

Devamı…