Biliyorum, bu cümle anne olmamışları, hele de olmayı hiç düşünmeyenleri, hatta bazen de anneleri fazlasıyla sinirlendiriyor. Çok bilmiş bir cümle, üstelik bu cümle çoğu zaman söyleyecek, açıklayacak söz bulamamışken tam da bir kaçış amacıyla kuruluyor. Bu sözün muhatabını işte o zaman iyice sinir ediyor. Bazısı bir şeyi anlayabilmek için ille de benzer şeyleri yaşamak gerekmediğini, insanda bir kalp ve de vicdanla çalışan bir akıl olduktan sonra kendini o şeyi yaşayanın yerine koyabileceğini anlatıyor uzun uzun. Bazısı gerilmiş sinirlerini alıp gidiyor da bir daha öyle bir sohbet açılmasın diye elinden geleni yapıyor.

İlk ne zaman duyar insan bu cümleyi? Çok yabancı değiliz zira. Ben ilk ergen zamanlarımda duydum sanırım. O deli akan kanın yüzünden neyi neden yaptığımın tek bir açıklaması (ben öyle istiyoruuum da ondaaaan) olduğu, dünyada en çok nazımın en yakınımdakilere geçtiğini ve ne yaparsam yapayım beni seveceklerini anladığım için anneme “yaa aneeea”lı cümleleri çok kurmaya başladığım anlarda, annem bir tokat gibi yapıştırırdı bu cümleyi: “Anne olunca anlarsın!”. Özellikle de “niye oraya gidemiyorum?”, “niye o şeyi yapamıyorum?” falan diye kendimce isyan ettiğimde alırdım bu cevabı. Omzumu silker, “peh” derdim, “Mantıklı bir açıklaması yok işte, sırf beni gıcık etmek için izin vermiyor. Anne olunca anlarmışım, anne falan olmuycaaam ben!” diye diye odama geçerdim, kapıyı tabii ki sertçe kapatarak.

Annem belki , ona illallah dedirttiğim için kurardı bu cümleyi, yani gerçekten bir şey anlayacağımı düşündüğü yoktu bence. Bana kalırsa öyle zamanlarda en içinden geçen cümle “çocukların da sana çeksin inşallaaaah”tır ki bunu da onu iyice zıvanadan çıkarttığım birkaç sefer söylemiştir. (oğlan uykusuz -aynı sen, oğlan iştahsız- aynı sen, oğlan kıçının üstüne oturmuyor- aynı sen; annnemle girdiğimiz bu diyaloglar sanırım bu son silahın ne kadar etkili olduğunu göstermesi için yeterli).

Peki, anne olunca anlamadım mı? Anladım. Olmasaydım anlayamayacak mıydım? Bilemiyorum. Evet, her zaman çocukları çok sevdim, ama daha önce de dediğim gibi sevmekle bilmek çok farklıymış. “Bir bebeğe nasıl bakılır?” haricinde “Bir bebek bir insanın hayatını nasıl değiştirebilir?” hakkında hiç ama hiçbir fikrim yoktu. Doğuracağım (doğuramadım gerçi, korkak annenin, korkak bebeği geliyooor), karnı acıkınca doyuracağım, altını temizleyeceğim, yıkayacağım ve hooop uykuya… Böyle bir şey değil midir bir küçük insana bakması? Böyle bir şey, bir küçücük kısmıyla ama asıl büyük konu anlama noktasında geçiyormuş.

Elbette tüm gece uykusuz kalıp ertesi sabah işe gitmenin nasıl bir şey olduğunu, dört gün boyunca kaka yapmayıp mis kokular içinde nihayet bu işi halleden bebeğiniz yerine sizin ne kadar çok rahatladığınızı, göğüs uçlarınız yara içindeyken açlıktan ağlayan bir yavruyu beslemenin nasıl bir fedakarlık olduğunu, iki yaşında girdiği bir krizde sabırlı kalabilmek için kendinizi balkona atıp “Acaba ölsem de kurtulsam mı?” bile diyebileceğinizi, dokuz ay boyunca karnınızda taşıyıp kucağınıza verilen kırmızı ve çirkin şeyle aranızda o çok bahsedilen büyük aşkın öyle hemen de doğamayabileceğini ama bir altı ay sonra kendinizi gecenin bir yarısı gülücükler atan bir bebeğe “agucuk bugucuk” derken bulabileceğinizi ve bunlardan daha fazlasını anne olmamış biri, herhangi bir erkek bile anlayabilir. Hele insanı en çok köşeye sıkıştıran “nedeeen?”, “niye?” sorularına onların sınırsızlıklarına kendi “gerçeklerimiz” doğrultusunda ket vurmadan daha güzel cevaplar bile verebilirler. Bunları yapıyor olabilmek anneliği özel yapmıyor ya da ulaşılamaz hele hele de kutsal. Tamam, belki herhangi biri, birkaç gece sizin bebeğiniz için uykusuz kalabilir, ama sonunda “Ya şey bir işim çıktı da” deyip kaçması daha olası. Annelerin ise kaçma ihtimalleri yok. O artık hep anne, hatta yavrusu kendi boyunu aştığı zamanlarda bile, hala sırtı terledi mi, yemek yedi mi, hasta mı diye düşünecek, gelinine bu konularda sürekli tembihlerde bulunabilecek kadar anne olanlar da olacak. Ama yine de bence bu bağ en fazla annelere birazcık olsun şımartılma hakkı kazandırabilir, kutsallık falan değil.

Ne diyecektim, yine nerelere geldim. Kafam karışık, son zamanlarda hayatlarımız belki de uzun bir zamandan sonra ilk kez “güncellenmiş” ya da “formatlanmış”ken bir şeylerden, alelade şeylerden bahsetmesi bile zor oluyor. Aslında sadece şunu diyecektim: anne olup çocuğunu öldüren, döven, sokağa atanların olduğunu biliyorum, doğurmakla anne olunmayacağını da… Vatan Gazetesi yazarı Mutlu Tönbekici’nin koruyucu aile sisteminden yararlanarak nasıl anne olduğunu ve bunlarla ilgili deneyimlerini okuyunca anneliğin bambaşka bir hal olduğuna dair inancım kuvvetlendi.

Hani büyüdükçe kendimize koyduğuz sınırlar ve ördüğümüz duvarlar arasında dışarıdan gelen sesleri duymak gitgide zorlaşıyor da anlamak için illa da bir şeylerin, acı bir şeylerin (bir sokakta bir gencin dövülerek öldürülmesi, bir başkasının ekmek almaya giderken başına gaz fişeğinin isabet etmesi, kendince haklı olduğunu düşündüğü şeyler için sokağa çıkmış birilerinin gözlerini kaybetmesi, sadece Ankara’dan ötede doğduğu için pek çok şeyden, en önemlisi yaşamaktan mahrum bırakılanların olması vs.) yaşanması gerekiyor ya ama bunların bile bizden uzaklarda değil de yanı başımızda olması anlamamızı daha çok artırıyor ya… İşte ben anne olanların, gerçekten anne olanların kalplerinde bir açıklık oluştuğunu düşünüyorum, daha başka gördüklerini, daha başka duyduklarını… Kalplerindeki o açıklıkla merhamet, sevmek, anlamak, hissetmek, acı çekmek, başkası için üzülmek, bir şeyler yapabilmek, hatta dünyayı değiştirebilmek gibi şeyleri çok yoğun yaşadıklarını. Ve yine o açıklık sayesinde yara almaya çok müsait olduklarını…

Son olarak şunu tekrar etmekte fayda var sanırım. Benim “anne” tanımımın doğurmakla ve hatta kadın olmakla bile ilgisi yok. Belki de sadece bir bebekten katil yapmamakla ilgisi var ya da çok klişe olacak ama içimizdeki o çocuğu, masumiyeti hatırlamakla…