Mel Gibson’ın “Tutku” filminde Hz. Meryem’in sokakta koşarken düşen oğlu için önce büyük bir panik yaşadığı ve ardında da onu kollarının arasında teskin ettiği bir sahne vardır. Bu “flash-back”, çarmıhını taşıyan oğlu, türlü eziyet ve aşağılamaya maruz kalırken, olan biteni seyretmek zorunda kalan annenin çektiği acıyı çok daha çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Zaten, Hz. Meryem’in kutsallığı, bir anne için tasavvur edilebilecek en büyük acı karşısında gösterdiği iman ve metanette kavidir.
Nitekim kutsal metinler de dâhil olmak üzere, tüm kıssalar ve “batıl” dediğimiz itikatlar bir “insanlık” durumunu tasvir eder. Dinler Tarihi çalışan araştırmacılar, bu metinlerin hitap ettikleri topluluğun kolektif şuurundaki karşılığının “gerçeklik” probleminden ziyade “kıssa” olduğunun altını çizerler. Anlatının künhüne vakıf olabilmek için “zamanın ruhunu” da okumak gerektiği aşikârdır. Müfessirlerin kutsal metinlerde hala çalışabilmelerinin sırrı da bu tekstlerde yaşadıkları zamanın ruhunun izini sürmektir.
Kutsal metinlerin nazil oldukları dönemin ruhunu anlamadan hüküm vermek ve aynı metinleri zamandan azade telakki etmek arasında -hemen hemen- hiç fark yoktur.
Bu uzun girizgâhın sebebi, “annelik” makamının kadınlara İslâm’ın tevdi’ ettiği iddiası, cennet zemini meselesi ve yazının başlığı.
Evvela, “ana tanrıça kültü”nün malûm olduğu bu coğrafyada, “annelik”e kutsallık atfetmeden önce hatırda tutmamız gereken bazı hususlar olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki; koca memeleri, emzirdiği bebeleri ile doğurganlığı temsil eden “ana tanrıça kültü”nden çok seneler sonra zuhur eden İslâmiyet dinindeki “vahdaniyet” prensibinin, kutsallık hususunda farklı bir tasavvuru olduğu aşikârdır. Kadını sadece “doğurganlığı” üzerinden değerlendirmek, onun hasletlerini “annelik”le sınırlamak, müminin “kulluk” mertebesini göz ardı etmektir ki, Allah cem-i cümlemizi esirgesin.
Saniyen, cennetin kapısının orta yerinde “anne” olması veya “cennetin anaların ayakları altında” olması konulu hadisler, şüphe yok ki evladın annesine hürmet etmekte dikkatli olmasını öğütlemektedir. Bu hadislerden yola çıkarak, annelerin ayağının altını öpmek veya “cennet kokusu” duymak için koklamaya kalkmak, sanıyorum peygamberin yaşadığı zaman dilimi için oldukça nahif bir metin çözümlemesi ve günümüz için de marazi bir duruma delalet eder. Allah hepimize cennet zeminini öpmeyi, kendi ayaklarımızla bahçelerinde dolaşmayı nasip etsin.
Salisen, annelerimizin “kadın” olması onları sevmemize mani değildir veya şöyle de ifade etmek doğru olur; kadınlık, “anne” olmanın en önemli şartıdır ama annelik, kadınlığın mütemmim cüzü değildir! Dolayısıyla, şu veya bu şekilde “anne” olmamış kadınları sevmemizde, saygı göstermemizde mahzur yoktur. Allah hiçbirimizi sırat-ı müstakimden ayırmasın.
Rabian, olağanüstü koşullar dışında, her evlat annesini sever, her anne de evladının üzerine titrer. Bu sarsılmaz bağın tarafları cendereye aldığı; ufkunu açıp güven hissini pekiştirdiği örnekler veya dönemler olur. Hilaf ü cedel düzeniyle hayat böyle halkolmuştur. Allah rızasına uygun bir ömür versin.
Hamisen, “anne” olmak insanı cennete sokmaz elbette; ama evladın annesine gösterdiği sevgi, saygı ve sabrın muhakkak sevabı vardır. Allah ins ü cinn, nebat u hayvan demeden tüm yarattıklarının aşkını kalbimize nakşetsin.
Sadisen, anne sevgisinin kıymeti olsa da, “annelik” hakkında samimi bir fikri dercedip, inandırıcı olabilmek için; sicilinde (Hz. Meryem misali) oğlu gözleri önünde eriyip gitmiş, hastanede bile türlü türlü şiddete maruz kalmış ve en nihayetinde evladının cansız bedenini toprağa gömmüş bir anneyi; kitlelere yuhalatmamış olmak lazım gelmez mi?
Nihayet, bu keskin, acıtıcı ve gittikçe koyulaşan çelişkiyi -biz- gerçekten anlamıyoruz?
“Anlayanların yetmesi” ve “yola onlarla devam edilmesi” de çok daha ürkütücü bir istikbal resmediyor. Miting alanında, ne dendiğini bile duymadan birşeyleri yuhalamak, başka birşeyi alkışlamak mümkün. Kazanan tarafta olmak cazip. Sana tepeden bakanlara nanik yapmak eğlenceli ve hatta televizyonda “penguen” seyredip ATM ve otobüsler için de gözyaşı dökülebilir. Fakat olaylar hararetini kaybettikten aylar sonra, adınla-sanınla ortaya çıkıp, acılı bir annenin yuhalatılması için mazeret üretmek veya olan biteni tevîl etmeye soyunmak ise… işte bunu da anlamıyoruz!
Rivayete göre, Hz. İsa çarmıhtayken “Allah’ım, Allah’ım beni niçin bıraktın (Eli Eli lama sabachthani)?” der.
Bu serzeniş, Günaha Son Çağrı (veya daha fiyakalı tercümesi ile İsa’nın Son Tamahı) kitabını okuyanların aklını kurcalayan bir sorudur. Bir peygamber, nasıl Allah’a sitem eder?
Fakat Ahd-i Atik’e aşina bir mümîn için bir müşkil yoktur:
Zira, Hz. İsa’nın imanında gedik yoktur; çarmıhta dua etmekte ve 22. Mezmur’u okumaktadır.
Hepimiz biliyoruz ki; duvara galiz küfürler yazan öfkeli ve terbiyesiz insanlar, anonim kimliklerinden sıyrıldıkları an, bu kadar cüretkar olamayacaktı. Ellerinde sprey boyalar, duvara küfür yazanları savunan da olmadı.
“Allahım, Allahım, beni niçin bıraktın?
Kurtuluşumdan, iniltimin sözlerinden niçin uzaktasın?
Ey Allahım, gündüz çağırıyorum, fakat cevap vermiyorsun;
Ve geceleyin, fakat bana rahat yok.”