Galatasaray’da o meşhur sütlü tatlıcıda İstanbul’un daha uzak semtlerinden gelmiş sempatik bir adam, kendisinden çok daha sempatik çocuğuna tatlı beğendirmeye çalışıyordu. Çocuk rengârenk, ihtişamlı tatlıların arasından inatla sütlaç istiyordu. Adamcağız da belli ki evde de yapılan bu tatlı yerine o renkli şeylerden denesin diye ısrar ediyordu: “Oğlum o basit basit, şunlardan yesene”.

Çocuk azmetti, sütlaç yedi.

Bizler, çocuklarla bambaşka dünyaların insanlarıyız. Bunu bilir gibi yapar, takmayız. Oysa hakikaten öyleyiz. Sadece teknoloji farkı, “benim zamanımda telefonlar bağlatılırdı” edebiyatı değil. Her durumda farklıyız. Bu sosyolojik bir gerçektir. Zaten “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz”ken, araya bir de kuşak koyarsanız…

Babalar, çocukları rock’n’roll dinlesin istemezlerdi, onlar baba oldular, çocukları punk dinlemesin istediler, onlar baba oldular, teknoyu saçma buldular, feşmekân…

Biz nasıl renkler vaat edersek edelim çocuklar sütlaç yiyecek. Bizim istediğimiz şey olmayacak. Söylediğimizle değil, gördüğüyle ilgilenecek. Onun bakınca ne gördüğünü biz ancak kısmen bileceğiz. Üstelik en büyük ödevimiz onu anlamakken.

Bu bir “Lafla peynir gemisi yürümez” yazısı olacak sanırım. (Bu lafın da hikâyesi çok güzel. Google’layın. Denizcilik ve gurme yazısı değil yani :))

Konuşulan söz hikâyedir. Tembihlemeler, büyük cümleler totaliterdir. Söz söyleyerek işe yaramak çok zordur. “Eşit ilişki kurmak gerekir”, “Sevgi her şeydir” gibi klişeler teranedir.

Üstelik bütün bunlar sadece kısmen doğrudur. Her şeyden önce kakasını temizlediğim ve bir metrenin altında birisiyle nereye kadar eşit ilişki kurabilirim?

Klişelerle alay edilir. Ama pek itiraz eden olmaz. Kayahan “yolu sevgiden geçenlere” kavşak olmaya çalıştı yıllarca, itiraz eden oldu mu? Özer Çiller yahut “yürüttüğü gurusu” Leo Buscaglia ne işe yaradı? Ama Marx için bu söylenebilir mi? Demem şu ki, büyük cümlelerinizi iktisatlı kullanın. Hattâ kullanmayın. Bırakın Marx filan yapsın o işi.

Büyük cümleleri boşverin, sıradan kelimeleri de tasarruflu kullanmalı. Her şeye hayır diyorsanız hayır kelimesi ne işe yarayabilir? Pek çok çocuk anne babası konuşurken “yine laga luga yapıyor ulan bu” diye bakıyor. Farkında değil misiniz?

“Bak oğlum yalan söylemek kötüdür” demenin bir klişeyi tekrar etmek dışında nasıl bir önemi olabilir? Kaldı ki yalan söylemek her zaman kötü değildir. Tıpkı hırsızlık, kıskançlık, kavga etmek, kırmızıda geçmek, ayakkabıyla eve girmek, ayakkabıyı dışarıda çıkarmak, beyaz çorap giymek, kazağını pantolonunun içine sokmak, slip don giymek yahut yere tükürmek gibi.

Bunların neredeyse tamamı kültüreldir. Duruma göre kötü ya da normaldir. Futbolcular sahaya tükürür. Oğluna “hırsızlık kötüdür” diyen, aynı oğlunun ödevi için iş yerinden çıkış alabilir. Hırsızlık hâlâ kötüdür. Ofisten de çıkış elbette alınabilir. Naim Dilmener dünya cafe’lerinden yürüttüğü bardaklarla koleksiyon yapmış. Süper olmuş.

Gemi, lafla yürümez. Rüzgârla ya da yakıtla yürür. Enerjinin dönüşümü kanunu.

Üzüm üzüme baka baka kararır. Dinleye dinleye değil.

Şişmanların çocukları da şişman olur genellikle. Şişmanlık genetik diye mi? Elbette hayır. Birkaç marjinal durumu kenara atın, kilo sorunu genel olarak kötü beslenmekten gelir. Eh, anne baba hamburger fanı olsun, çocuk pırasa! Yok ya?

Bizim 16 aylık bebe müzik delisi. Maydanoz doğrarken çıkan sesle bile oynuyor. Ben ona “müzik iyidir” ya da “müzik ruhun gıdasıdır” mı dedim? Desem anlar mıydı zaten 🙂

Çocuğunuz kitap okumasını, şeker yememesini, doğal beslenmesini, TV seyretmemesini, matematiği sevmesini filan istiyorsanız kendinize ve bu şeylerle kurduğunuz ilişkiye bakın.

Çocuğunuzun TV seyretmemesini istiyorsanız yanında TV seyretmiyor olmanız yetmez. Bu durumdan hoşnut olmanız da gerekir. Vallahi de billahi de veletler samimiyet dedektörü gibi. Aklınız Muhteşem Yüzyıl’daysa, açın seyredin.

Ama akşamlarınızı TV’ye esir etmekten kendinizi kurtarmak için bir fırsat olarak da görebilirsiniz çocuk sahibi olmayı. TV seyretmemek, TV seyretmeye çok alışıldığı için güzel görünebilir. Yoksa, sigara bile daha mantıklı bir bağımlılıktır. “TV seyretme alışkanlığı” demek, dizi, film, reklam, yarışma ve sair şeylerin en kalitesizlerinin bulamacına tav olmak demektir. Sigara içmekte bir haz vardır. TV seyretmek esarettir. Ortalama bir kimse bu bulamacı hak edecek kadar büyük bir kötülük yapmış olamaz. Kendisine de bu paçozluğu reva görmemeli.

Yanınızda birisi bir şeyden haz duyuyorsa ona kapılmamaya olanak yoktur. Bu, TV dizisi ya da Coca Cola gibi zararlı şeyler de olabilir, fizik problemi de.

Herkes kitap okumayı sever. Herkes seyahati sever. Herkes matematiği sever. Herkes müziği sever. Herkes felsefeyi, edebiyatı, resmi, sosyalleşmeyi, hayvanları, diğer insanları, çalışmayı, tembellik etmeyi sever. Bunlarla kurduğu ilişkinin kalitesine bağlı olarak bunu bilir ya da bilmez.

Çocuklarımız bunlarla sağlıklı ilişki kurabilecek ortama sahiplerse ne ala.

Ama çocuklarımız bunlarla sağlıklı ilişki kursun diye misal onları baleye yollayıp bıdı bıdı iki dönünce alkışlarsanız bir saçmalığa çanak tutmuş olursunuz. Alkış da büyük cümleler gibi iktisatlı kullanılması gereken bir harekettir. Çocuk yaptığı saçmalığı iyi bir şey sanırken siz de çocuğunuzu iyi bir şey yapıyor zannedersiniz. Siz birbirinizi gururla kandırırken ortada bir hüzünlü tablo vardır.

Büyük cümle olmasından tırsarım ama benim anladığım, kaliteli ilişkinin sahici olması için haz ve bilginin bizatihi (kendiliğinden) bir denge içinde olması gerekir. Bir çocuk bale yapacaksa bunu istemeli ve öğrenmelidir. Bunu annesi değil çocuk istemelidir. Sonra da eşşek gibi çalışmalıdır. Her gün, saatlerce. Öyle dört saatlik anaokulu kursuyla olmaz. Olur da paçoz olur, hüzünlü olur.

Keza, herkesin yarası matematik mevzuu.

Memleketi matematik kurtarabilir bence. Birçok müsibetin sebebi olarak matematikle ilişkimizi gösterebilirim. Analitik düşünceye bu kadar uzak, nazara/kadere bu kadar yakın yaşamamızın en büyük sebebi matematikle kurduğumuz ilişki olabilir.

Matematiği kalkülüs çalışmak zannederseniz elbette sıkıcıdır.

Benim bir ortağım var, Yaşar. Bir başka ortağım da Deniz. Deniz bir gün ofise bir acayip üç boyutlu bulmacayla geldi. Hani “birtakım halkalar, tahtalar filan, onları oradan geçir buradan çıkar şuraya sok” türü bulmacaların en kazığı. Deniz bu bulmacayı önce zekâsıyla nam yapmış bir dizi insan üzerinde denemiş, çözdürememiş. Kendisi de müthiş zekidir. O da çözememiş.

Getirdi önüme bıraktı. Çöz bakalım diye. Ben tabii 30 saniyede sıkıldım (bir 30 saniye daha baksaydım kesin çözerdim :p). Götürdüm, ait olduğu yere, Yaşar’ın önüne koydum.

Yaşar çıkmak üzereydi ofisten. Aldı eline uzun uzun seyretti 3 boyutlu bulmacayı. Çıplak Nastassia Kinski’ye bakan ergen gibi. Gitti sonra.

İki gün sonra şirketin kapısı çaldı. Yaşar panikle girdi içeri. Hızla gitti masasından buldu bulmacayı. Kafasından hım hım hım kıpırtılar yaptı, emir tekrarı, sonra birkaç harekette çözdü.

Anlattı sonra. Seyrederken olayı matematik problemi haline getirmiş. Sonra zihninde rakamlara dökmüş. İki gün kafasında bu topoloji problemini düşünüp teorik olarak çözmüş. Sonra da çözdüğü problemi heyecanla elindeki 3 boyutlu hale uyguladı.

Şimdi Yaşar’daki o hazzı görüp, Yaşar’ın yanında olup da matematik sevmemek mümkün mü?

Her evde Yaşar yok elbette. Ama siz de pekala, “sonsuz odası olan dolu bir otele yeni gelen bir milyon kişiyi nasıl yerleştirebilirim” diye düşünerek başlayabilirsiniz. Matematikçi olmak için geç olabilir. Ama matematikle sıhhi bir ilişki kurmak için her gün uygundur. Gidin Fermat’nın Son Teoremi isimli kitabı bulun Pan Yayıncılık’tan. Vallahi de billahi de macera kitabı gibi. Sizin matematikle ilişkiniz sıhhat kazanırsa hem siz hem çocuğunuz ne çok şey kazanırsınız.

Didaktik bölüm

Çocukla kaliteli zaman geçirmek önemlidir. Çocukla geçen zamanın kaliteli olabilmesi için sizin de bundan zevk almanız gerekir. Yok, kakasını tutamayan bir böcekle oturup akşama kadar kutuları iç içe dizmece oynarsanız beyniniz önünüze akar. Bunu belirli bir fedakârlıkla yaparsınız. Sebepsiz fedakârlık, her türlü ilişki için büyük risktir.

Bizde misal Emrah Dönmez’in sinema yazıları var ya, Sinema Dobişko’lar… Onların hepsi “çocukla beraber seyredilecek filmler”.

Gökçe’nin, benim, Emel’in, Berrak’ın yazdığı gezi yazıları var ya… Onların hiçbiri bebek / çocuk gezdirme yazıları değil. Beraber gezme yazıları.

Misal kardeş sitemizin adı Çocuklara Mizah değil. Çocuklarla Mizah! O iki harf ne çok şeyi değiştiriyor düşününce.

Nükhet’in yemek tarifleri var ya, hiçbiri çocuğa yemek yapma tarifleri değil. Çocukla yemek yapma tarifleri.

Çocuğa özel yemek / müzik / sinema / gezi / tiyatro pek çok zaman çocuğa da kendinize de hakarettir. Bir aslan niye miyav desin? Minik fare niye kükresin? Zibidi gibi giyinmiş yaşlı başlı amcalar niye sempatik olsun?

Zevk alacağınız çocuk filmi de çocuk tiyatrosu da olabilir elbette. Onları bulun gitmek için. Ben daha çocuğum yokken A Bug’s Life’ı ve Toy Story’yi onar kere seyretmiştim. Şükürler olsun bizim böcek Baby TV saçmalıklarına bakmıyor bile. A Bug’s Life’a kilitleniyor ama.

Ben bu didaktik bölümde işi tersine çevirmeyi öneriyorum. Şımarıklığı bir kenara bırakıp mütevazı olalım.

Altı üstü anne baba olmaktan bahsediyoruz. Yıllardır olunabiliyor. En embesili bile olabiliyor. Abartmayalım. Altımıza kaka yapmamamız ve boyumuzun uzun olması dışında çok da bir üstünlüğümüz olmayabilir.

(Balans ayarı için söylüyorum, çocuğumuzu da abartmayalım. Neticede çocuk hayvana daha yakın bir formdur ve izansız bir mezalimi vardır. Bir bebek, bir karıncayı parmağıyla ezmekten müthiş bir mutluluk duyabilir. Sivas katliamcıları bile duymaz muhtemelen bundan haz ama.)

Her durumda muhtemelen TV ile, siyasetle, nezaketsizlikle, matematik düşmanlığıyla, edebiyatsızlıkla kirlenmiş olan bizleriz, bebekler değil.

İşi tersine çevirmek dediğim, kendimizi değil, bebeğimizi / çocuğumuzu bir mürşit olarak görelim. Onlar dikkatli dinlenirse ve henüz kirlenmemişlerse dikkatli kalite avcıları oldukları kolayca görülürler. Çünkü insan doğal olarak iyi olanı sever. Kendini o yönde eğitirse de sofistike olana kayarken iyi yolu tutar. Bizim körleştiğimiz pek çok detaya onların sabrı vardır. Tabii ben halüsinasyon görmüyorsam.

Bütün çocuklar zevk sahibi demiyorum. Aman. Bebeklerden bahsediyorum ben. Kirlenme çok erken de yaşanabiliyor tabii.

Müzik: Yeterince kirlenmemişse Chopin’i, Ferhat Göçer’e tercih edecektir. Ama tabii Wagner operaları dayamak işkence de olabilir. Deneyin. Müthiş bir müzik dedektörü bütün bebekler. Bebeğiniz / çocuğunuz sayesinde müzikle ilişkinizi tekrar düzenleyebilirsiniz. Muhtelif klasik müzik, caz, blues ve rock eserlerini bebeğiniz üzerinde deneyin. Dünya müzikleri dinletin. Türkü dinletin. Muhakkak türkü dinletin. Bayılıyorlar. TRT Türkü iyi bir başlangıç olabilir. Müzikleri klasifiye edip dinletin. Tepkilerini not alın. Buna göre değişik playlist’ler yapın. Buna üşendiğinizde Last.fm’den radyo generate edin. Tunein Radio’dan dünya radyolarını keşfe çıkın. Türkiye’deki değişik dillerde müzikler dinletin. Nor Radyo süper gelir. Pek çok radyo artık ne çaldığını yazıyor. Özel tepkileri not edin. Sonra onları torrent’leyin (yaşasın CopyLeft). Ne kadar çok şey öğrendiğinize, müzikle ilişkinizin ne biçim değiştiğine şapkanız uçar.

Sinema: Bizim böcek henüz çok küçük. Başlayamadım ben. Ama ilk fırsatta Emrah Dönmez’in serisi Sinema Dobişko’lardan itibaren kendimi yeni bir sinema hayatının kucağına atacağım. İlk beraber Blues Brothers seyredeceğimiz günü iple çekiyorum.

Beslenme: Ahmet Aydın, Canan Karatay filan okuyun. Konuyu kapmaya çalışın. Ambalajlı gıdalardan uzak durun. Hayatınızdan margarini, ayçiçek yağını, soya yağını, kızartmayı, şekeri çıkarın. Tuzu rafine almaktan cayıp deniz tuzunu, kaya tuzunu keşfedin. Mevsiminde tüketin. Bebeğinizle/çocuğunuzla beraber yemek yiyin. Az yemeyi öğrenin. Sürekli bir şeyler atıştırmaktan, aşırı meyve tüketmekten vazgeçin. Süt içmeyin, içirmeyin. Sütü yoğurt / peynir / kefir gibi kılıklarda tüketin. Onları mümkün olduğu kadar kendiniz yapın. Mümkünse güvenilir bir çiğ sütçü bulun. Bulamazsanız bir AOÇ mağazası bulun. Çift sarılı yumurta, kalp dostu meyveli yoğurt filan gibi saçmalıklardan uzak durun. Beslenmebulteni.com okuyup, Gıda Güvenliği Hareketi’ne Slow Food Hareketi’ne filan takılın.

Gezme: İnsan en sevimsiz kasabada bile gezecek yerler bulur kendisine. Açık hava harikadır. 4 mevsim açık havada vakit geçirin. Van Gogh abimiz, “Nesnelere yeterince uzun bakarsan anlam kazanırlar” gibi bir şey demişti. Kendinize rutin rotalar yapın. O rotalarda uğradığınız, selamlaştığınız esnaf ve sair insanlar olsun. Siz sosyal olmayabilirsiniz. Çocuğunuzu salın, bebeğinizi uzatın, o tanışır 🙂 Bizim İlyas verimli bir elli metrede yirmi kişiye sırnaşabiliyor. Rutinler dışında yakın geziler yapın çocuğunuzla. Banliyö treni, vapur, minibüs, metro, tramvay, otobüs kullanın. Gelişigüzel semtlere yerlere gidin. Utanmayın, sokakta alt değiştirin. Ters bakanları bezi fırlatmakla tehdit edin.

Aktivizm: Protesto eylemlerini takip edin. Aklınıza yatanlara gidin. Çocuğunuzla gidin. Turist gibi gitmeyin ama. Konuyu öğrenin. Yazın, okuyun, yorum yapın. Gidince de kalabalığı klasifiye, konuyu analiz edin. Genellikle eylemi yönetenler fazla reaksiyoner olmaktan dışarıdan nasıl göründüklerini ıskalarlar. Bunu değerlendirin. Cesurca anlatın gözlemlerinizi sosyal medyadan yahut doğrudan.

Fotoğraf çekin: Fotoğrafçılık artık çok kolay bir şey. Pek bir teknik bilgi gerektirmiyor. Sakın o kurslara filan gidip kitleler halinde, “bir takım sporu” gibi yapmaya kalkışmayın ama bunu. Kendi başınıza çıkın. Birkaç klişesi vardır, onları öğrenin. Misal kadraj alırken dört köşeye de bakın. Boy çekiyorsanız ayakları kesmeyin. Arkaya ışık yerleştirmeyin. Yerleştirmek zorundaysanız flaş kullanın (dolgu flaş). Çekeceğiniz objeyi nal gibi fotoğrafın ortasına yerleştirmeyin. Köşelerin birine yaklaştırın. Çektiğiniz her fotoğrafı çocuğunuza gösterin. Yorumlarını ciddiye alın. Çocuğunuza da fotoğraf çekmeyi öğretin. Sonra kendinizi Man Ray ilan edin ve gidin Blogspot’ta, WordPress’te, Instagram’da, Facebook’ta kendinize kişisel sergiler açın. Giriş bedava olsun.

Blog tutun / okuyun / yazın: Okumayla ve yazmayla kurulmuş iyi bir ilişki Türkçeyle kurulmuş iyi bir ilişkidir. Türkçe bilmek ödevinizdir. Çocuğunuza da çok faydası olur. Pek çok insan anadiline hakim değildir. Gününü kurtaracak kadar ve az kelimeyle konuşur. Bütün dünyada böyledir bu. Bundan ne kadar uzaklaşırsanız, yani ne kadar çok kelime bilirseniz, bir şeyi ne kadar ilgi çekici anlatmayı becerebilirseniz o kadar şahane hayatınız olur. Herkes doğal olarak okurdur ve yazardır. Bu doğal yetenekleri folofoş etmenin ne alemi var? Disiplinli okumaya ve yazmaya özen gösterin. Çocuğunuzun blogunu tutun. Sürekli not tutun. Okuduğunuz kitapların altını çizin, notlar alın, o notları yayınlayın. Gittiğiniz filmleri anlatın. İçinizdeki Dostoyevski ölmemiştir belki, yol verin.

Kendiniz devam edin: Yapacak çok şey var. Felsefeci ayları düzenleyin, kendi “Tarihte bugün”ünüzü belirleyin, kısa film çekin, resme başlayın, kendinizi resim kritiği ilan edin, beste yapın…

Velhasıl azıcık gaza geldiyseniz bu gazı kaçırmadan bir kısmına başlayın. Olmadı tekrar başlarsınız. Özellikle Muhteşem Yüzyıl’la, trafikle, köşe yazarlarıyla kirlenmiş bünyelerin işi zor. Önce detoks lazım.

…..

NOT
Naim Dilmener’den bir haklı itiraz notu geldi, dokunmadan yayınlıyorum: Yazıyı okudum; ellerine sağlık. Bir tek şeye itiraz edeceğim; ben ve (Murat Meriç gibi) birkaç arkadaşımın daha hayatı, Kayahan’ın sözde sevgiden geçen yoluna itiraz etmekle geçti 🙂