Ülkenin normu bozuldu. Mesela “istikrar” kelimesinin ne manaya geldiği muamma. “Barış” için sözlüğe bakmak son derece yanıltıcı ve tehlikeli olabilir. “Özerklik” denince kimsenin aklına akademi gelmiyor herhalde. “Hukuk” her şeyden önce devlete, iktidara ayak bağı olmuş durumda.

Tüm bu muğlaklık içinde bir grup akademisyen, Türkiye’nin en acı ve en güncel meselesini konu eden bir metne imza attılar.

Metinin muhtevası ile başlayan tartışmalar; küçümseme, hakaret ve en nihayetinde tehdit ve soruşturma ile hepimizi farklı kutuplara yerleştirdi.

Küçük, büyük siyasi hesap peşindekiler de bu bozuk normun içinde pozisyon aldılar ve muhalefet ve iktidar arasında niteliğe dair hiçbir fark olmadığını iyice gözümüze soktular.

Nasrettin Hoca ve Timur’un filleri meşhur hikayedir. Hoca’nın arkasında duramayan halk, kaypaklığın bedelini ağır öder. Fıkra ders vericidir elbet ama günümüz Türkiye’si için bir şey ifade ettiğini de sanmıyorum.

Bence zamanın ruhuna uygun vaka Varvar Alî Paşanın trajik ve absürd hikayesidir:

Ne kardeş katlini, ne de idam cezasını Osmanlı İmparatorluğu icat etti. Günümüzde bu işler çok daha medeni bir şekilde hallolsa da, monarşi tarihinin oldukça büyük bir yekunu kellesi vurulan, boğulan sadrâzamlar, vezirler, paşalar ve hanedan mensubundan ibaret. Monarşinin cilveleri. Tahtı ve canını kaybetmek korkusunu bastırabilmek için korku salmak zorunda olmanın trajik bir veçhesi var.

Sultan İbrahim’in, tarihe en önemli katkısı; hanedanının devamını sağlayacak çocuk adedini tutturmaktır. IV. Murad devrinde neslin devam etmemesi tehlikesi ile karşı karşıya kalan Âl-i Osmanî, benzeri bir krizi bir daha yaşamamak için harem hayatını verimli kılmak yönünde farklı tedbirlere başvurmuştur. Bu kontrolden çıkmış evhamın garip bir neticesi mi bilinmez?

Sultan İbrahim, Sivas Beylerbeyi Varvar Alî Paşa’dan, İpşir Paşa’nın güzel karısı Perihan’ı İstanbul’a getirmesini istemiştir.

İnsan onuruna ve aynı zamanda şeriata da aykırı olan bu talep Varvar Alî Paşa tarafından geri çevrilir. Haliyle, paşa görevinden azledilir ve hakkında idam cezası çıkar. İsyan eden Varvar Alî Paşa haklılığın verdiği güvenle; İstanbul’la arası açık diğer paşalara ve tabii ki güzel Perihan’ın kocası İpşir Paşa’ya da arkasını yaslayabileceğini sanır.  Oysa belli ki “zamanın ruhunu” okumaktan çok uzaktır. Müttefik sandığı Defterzâde Mehmed Paşa onun için “Ne ahmak heriftir.” der. Evliya Çelebi de hadiseyi aktarırken, Varvar’ı hakir gören bir üslup benimsemiştir. Dahası, belli ki, İpşir Paşa’nın da kanaati bu yöndedir!

Nitekim, Varvar Ali Paşa’nın isyanını bastırmaya da İpşir Paşa memur edilir. Varvar Alî Paşa, esir düşüp de âkıbet ayan olunca “…ben senin ehlini hâtırın içün zinâ etdirmeği kabûl etmeyüp senin ırz u gayretin içün Sivas’tan azli kabûl edüp ehlini Allah emaneti Tokat kal’asına koyup bu kadar sekbân ve sarıca ile muhâfaza etdirüp ehlini günden ve gölgeden sakındım ve nâmım, padişâha âsî oldu deyü şâyi’ oldu… …’Sen niçün İpşi’in avretin pâdişâha zinâ etdirmeğe vermedün’ deyü başıma üşdüler… ” dedi ise de başını kurtaramaz.

Bir müddet sonra İpşir Paşa sadrazâm olacaktır ama (teselli olacak ise not düşelim) o da yatağında veya cenk meydanında ölmeyecek; adil ve yüce olan devlet onu da idam edecektir!

Tekrar günümüze dönecek olursak; 2016 yılından, insanlığın kat ettiği merhalelerden ve izandan haberdar olmayanlar; imzacı hocaların kapılarına çarpı işareti koydular, sosyal medya üzerinden insanları tehdit ve ifşa ettiler. Bu işi lümpenlere havale eden bir irade var elbette.

Bu iradenin devlet, iktidar şu veya bu parti ile mahdut olmadığını bilecek yaştayız Allah’a şükür.  Bu yazının muhatabı da bu hesapların karşısında olduğu iddiasındaki zevat zaten!

Akademik unvanı haiz, siyasetle her daim dirsek teması içinde ve baroda üst düzey görev yapan hukuk adamı; İpşir Paşa misali; süre giden hukuksuzluğu değil ama imzacı akademisyenleri hedef aldı.“Tiksiniyorum” demeyi müktesebatına yediremediğinden olsa gerek; çok fiyakalı bir şekilde “mütareke döneminin işgal altındaki sözde aydınları” demeyi tercih etti!

İşte “ezberci eğitimin” zararları! “Mütareke dönemi aydınları” diye bir şeyler duymuş, “monşerler, elinde viski bardağı boğaza nazır hıyanet planı yapanlar” vs. misali bir “prototip” yaratıyor! Büyük bir ihtimalle de “cahil halka bir şey anlatamadığı” sanrısı ile teselli oluyor.

Evvela, mütareke dönemi aydını “monoblok” bir zümre midir? Benim aklıma illâ Ali Kemal gelmiyor mesela; Refik Halid Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Refii Cevat Ulunay da bu dönemin “sözde aydınları”.

Türkçe bilen bir insanın, Refik Halid’e bîgâne kalmasının tek sebebi onu okumamış olmasıdır. Okuyup da sevmemesinin ise mazereti olamaz! Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın Kâmûs-ı Felsefe’sini Doğu Batı yayınları bastı. Rast geldiğinizde şöyle bir göz gezdirin ve sonra bu eserin müellifine “sözde aydın” denmesinin hicabını hissetmezseniz; adalet duygunuz ziyadesi ile örselenmiş demektir. Refii Cevat Ulunay’ın milli mücadeleye şedid bir muhalif olduğunu inkar edemeyiz; ama İstanbul’un kenarı ve argosunu da belgelediği sabittir.

2016 yılında gündeme dair derde deva bir lafınız varsa, böyle hamasete tenezzül etmezsiniz sanıyorum. Derdimize deva olacak bir iradeye nice zamandır hasretiz.

İkinci husus da “metin içeriği” meselesi.

Suçu sabit bir insanın haklarının korunması için bile ona vekalet eden avukatların; söz konusu bir “metin” olduğunda; “insan hakları var da, polis asker hakkı yok mu?” diye feveran eden kahvehane erbabı ile aynı safta yer alması normal midir?

Arz ettiğim gibi, kapılara sprey boyalarla çarpı işareti koymak, insanları medyada teşhir etmek veya tehdit etmek için muhtaç olunan cüret sadece iktidardan tedarik edilmez. Ülkenin tüm mahfilleri aynı ezberi farklı makamda terennüm ediyor. Dinlemekten zaten sıkılmıştık da; şimdi bir de avaz avaz bağırmaya başladılar. İpşir Paşalar, Perihanlarını peşkeş çekmek telaşında, ancak akıbet de parlak değil.