Bildiğiniz gibi (Çaresizce ilk iki yazıyı okuduğunuzu varsayıyorum) Brendon ile adeta uyanmak istemediğimiz bir rüya gibi başlayan ilişkimiz, ağzımdan çıkan “Don’t” kelimesi yüzünden adeta kabusa döndü. Bırakın gece yarısı yatağıma gelip ben ile uyumayı, yanıma bile yaklaşmadı bir hafta kadar. Ülkemizin de en çok etkilenlendiği nazara geldiğimizi düşündüm bir süre. Nazar? Boşluğa düşünce oluyor öyle. Ağzım lâl olaydı da demeyeyeydim o lanet olasıca dört harfli tek kelimeyi. Düzelteyim diye uğraşayım dedim ama nafile. Benden daha alıngan ve daha inatçı çıktı bu çocuk.
Brendon’dan umudu kesince Lily’e uzattım bulaşık yıkamaktan bir ton açılan ellerimi. Önce biraz nazlandı, zamanla yaklaştı ve tuttu. O yaklaştıkça Brendon da yaklaştı. O ben ile oyun oynadıkça Brendon da oynamaya çalıştı. Kıskançlık her insanın ruhuna ana rahmine düşmeden önce yüklenmiş, sadece bazılarının gizleyebildiği bir duyguydu ve çocuklar bu duyguyu asla gizleyemezdi. Bunu daha önce akıl edememem jetlag ile ilgili olsa gerek. Yoksa benden kaynaklı bir hata, bir eksiklik olamaz şu hayatta. Hülâsa geç de olsa onu yaklaştırma yolunu eski bir yöntemle bulmuş oldum. Millet bu yöntemle sevgilisiyle arasını düzeltiyor, ben yeğenimle aramı. Millet kıvamına gelemediğim için birey olarak yaşıyorum. Heyhat!
Geri kalan günlerimden beklentim ve hedefim aynı yöntemle emekli olduğum yedek babalık görevinden oyun arkadaşlığına yatay geçiş yapmak ve bittabii fırsatını bulduğum her an seri şekilde öpüp koklamak. Zira zaman su gibi akıp gidiyor sayılı gün söz konusu olduğunda. Bu başarısızlığımdan yola çıkarak insanlara önereceğim şey şudur ki; olmuyorsa, olmuyor. Gurur yapıp zorlamayın.
Çocuklarla iletişim yeteneğim ne kadar azsa, gözlemle yeteneğim de o kadar az. Biraz da onları anlatayım isterim.
İnsanoğlu doğduğu yerin, büyüdüğü yerin, göçtüğü yerin izlerini hem taşır hem yaşar. Bir başka şehre, bir başka ülkeye, hattâ bir başka kıtaya gittiğinde eğer orada yaşayacaksa, oranın kültürünü öğrenmeye çalışır ve önce dilini öğrenme ile başlar bu yeni hayata. Hoş, 50 yıl önce gittiği ülkenin bırakın kültürünü, dilini bile bilmeyen / öğrenmeyen insanlarımız var. Ve buna nail olmak gerçekten çok zor! O zoru başaranlara ayrı bir parantez açılmalı, gerçekten. Birisi yapar elbet.
Yaşamaya değil de tatile gittiyse eğer insan, ister istemez kendi yaşadığı ülkenin kültürü ve gelenekleri ile karşılaştırır. Ülkesini haddinden çok sevenler hiçbir şeyi beğenmeden gün sayarak geri dönerler. Ülkesini pek sevmeyenler ise gittikleri ülkede yaşayanlar için en vasat olan durumları bile abartı sanatını kullanarak, bitmeyen güzellemeler yaparak anlatmaya doyamazlar. Ben, ülkemi ne çok seviyorum ne de nefret ediyorum. Böyle bardağın dolu tarafıyla boş tarafı arasında gidip geliyorum. Gördüklerimi subjektif bakıp, objektif anlatacağım. Nadiren süslü kelimeler kullanıyorum ki az biraz ilgi çekici olsun, gelen kaçmasın.
Avustralya’ya dair gözlemlerim: Bu biraz iddialı oldu. Koskoca kıta yahu. Düzelteyim hemen. Avustralya’nın Adelaide şehrine ve orada yaşayanlara dair gözlemlerim.
Trafik, komşuluk, aile, arkadaşlık, misafirperverlik, insani ilişkiler, insani ve hayvani ilişkiler, sosyal hayat, devlet, hayati meseleler, hiç iplenmeyecek meseleler… Benim gözüme çarpanların bir kısmını anlatamaya çalışacağım. Hepsine ne ben yeterim ne siz okursunuz zaten.
Trafik: İnsanların büyük çoğunluğu kurallara riayet ediyor, etmeyenler çok nadir. Onlar bizim ülkeye geldiklerinde hiç sırıtmazlar. Fakat kurallara uyanlar ise kabus görmüş gibi olurlar, ki eniştem İstanbul’a ilk geldiğinde göz bebekleri taksinin camına yapışmıştı arabanın yaptığı her sollamada. İnsanlar kuralları o kadar benimsemişler ki 2 sokak öteye bile gitseler emniyet kemerini takmadan yola çıkmıyor, yol bomboş olsa bile sinyalini yakmadan şerit değiştirmiyor, yolda zig zag çizerek sollama yapmıyorlar. En azından ben şahit olmadım şimdiye kadar. Ehliyet alma yaşı 16. acemi şoförler dörtlüleri yakarak yolculuk etmiyorlar. Arabanın üstünde kocaman bir L (Learner) tabelası var ve yanında birisi olmadan asla araba kullanamıyorsun. Güzel uygulama. Ama bizim ülkede uygulamaya kalksan şoför 1. saat araba kullanmaya tövbe eder tacizlerden.
Trafiğin en güzel yanlarından birisi de yayaların her daim önceliğinin olması. Daha adımını atmadan duruyor arabalar, müthiş. İnanın abartmıyorum. Hattâ şöyle söyleyeyim, bizim oranın aksine araba kullananlar korkuyorlar yayanın yola indiğini gördüklerinde. Keza bisiklet kullananların da önceliği var. Otobüs şoförlerinin büyük çoğunluğu güleryüzlü, binene günaydın, merhaba, bugün nasılsınız diyor, yolcular inmeden asla hareket etmiyorlar. Bir ilginç şey de hatrı sayılır ölçüde kadın otobüs şoförü olması. Bu da çok güzel. Trafik bazı zamanlar da burada da var ama stres, korna, kavga yok. Hepsinin anası, sülalesi rahat anlayacağınız. Öyle bir rahat ki insanlar can sıkıntısından Sidney’e gidip 20 kilo muz alıyorlar. Donut yemek için 3 saat ayakta bekleyip, arabayı yanlış yere park edip 250 dolar ceza veriyorlar. İnsan işte, rahatlıktan bile rahatsız olabiliyor.
Komşuluk: Yok denecek kadar az. Kimse kimseden tuz, limon istemiyor. Onun kızı kaçmış, bunun oğlu kavgaya karışmış muhabbetleri asla dönmüyor. En fazla günaydın, iyi akşamlar, iyi günler, merhaba deniyor. Bunları yolda, alışveriş merkezinde göz göze geldiğin hiç tanımadığın ve belki bir daha asla görmeyeceğin insanlarla da yapıyorsun. Interesting bir durum anlayacağınız. Yani 10 senelik komşunla yolda gördüğün kişi arasında hiçbir fark yok. Ona da hello, buna da!
Aile / Arkadaşlık / Misafirlik: Aile içi iletişim sınırları kalın bir çizgi ile çizilmiş. Randevu usulü evlere gidiyorlar ya da dışarıda buluşuyorlar. Akşam oturmaya gelen mutlaka yemeğini evde yemiş olarak geliyor. Kimse sofraya ısrarla davet etmiyor, ölümü gör şunu ye falan demiyor. Eğer yemeğe gelindiyse yemek ev sahibinden. Alkollü içki isteyen olursa yanında getiriyor. Öyle dünyanın en güzel şeyi olan çilingir sofrası yok anlayacağınız. Diyelim ki evden kek yapıp götürdün, bitmediyse kalanı eve getiriyorsun. Kalsın da börek yapar götürürüm ya da köy peyniri koyarım durumu yok. Bir de benim gibi başka ülkeden gelen misafirlerle ilgili şöyle bir durum var. Ekstra ilgiye maruz kalmıyorsunuz. Hafif bir tebessüm, soğuk bir hello. İçlerinde istisnai sıcak olanlar var sıkıca sarılıp hoşgeldin, yolculuk nasıl geçti diyorlar. O sıcak insanlar bile dünyanın bir ucundan geldin, buyur gel şöyle otur bi’ duble viski iç demiyorlar. Hattâ içmeyi bırak otur demiyorlar. Bir gün maça gitmek için evde 40 dakika kadar beklemek zorunda kaldık, inanır mısınız 40 dakikanın tamamını ayakta geçirdim, birisi de buyur ayakta kaldın şöyle otur demedi. İstediğini yapmakta özgürsün imajı. Halbuki bizim orada öyle mi? Bırak eş dost akrabayı, yurtdışından birinin geldiğini öğrenince gelen misafiri hiç tanımayan insanlar bile hoşgeldine gelip, yüksek sesle Türkçe muhabbet ediyor, birkaç dakika sonra elini bacağına koyup “Eee, anlat bakalım ne iş görüyon, anangiller nasıl?” diyorlar hepimizin bildiği gibi. Burada anlatmak istediğim iyi kötü karşılaştırması değil, kültür farklılığına çakılan bir işaret fişeği.
Sosyal Devlet / Çocuklar: Devletin çocuklara ve aileye bakış açısını tek bir örnek ile açıklamak istiyorum. Devlet, otizmli çocukların eğitimi için ailelere yıllık hatrı sayılır derecede maddi yardım ve hayata ortak olmaları için okullarda özel eğitim veriyor. Aileler de çocuklarına iyi eğitim verme çabasındalar. Bizim Lily henüz 2 yaşına girmiş değil ama kitap sayısı benimkinden çok. Benim doğru bulmadığım şey ise çocuklara haddinden fazla fastfood ve hazır gıda verilmesi.
Yazı bitecek gibi görünmüyor o yüzden kısa kısa notlar vererek bitireyim.
İnsanlar işini çok seviyor. Dünyanın her yerinde manken olacak güzellikte kızlar temizlik işinden, kasiyerliğe kadar her işi yapıyorlar. Yaşlı insanlar otobüs şoförlüğünden, hayvanat bahçesinde rehberliğe kadar her işi yapıyorlar. Yaşlı dediğim gerçekten yaşlı. Hani bizde evden çıkarmak için yalvar yakar olduğumuz yaştaki yaşlılardan. Şu soruyu sorabilirsiniz. Neden çalışıyorlar? İnanın geçim sıkıntısı falan değil. 18 yaşında insanlar kendi hayatlarını kurup, ayrı bir eve çıkıp araba alacak kadar para kazanıyorlar. Yani emekli olayım da araba alayım, ev sahibi olayım yok. Yaşlılar bu sebepten hayatın içindeler. Hayvanat bahçesindeler, kumarhanelerdeler, bardalar, hattâ benim bile gitmeye üşendiğim, soğuktan titrediğim maçta bile varlar. Kadın erkek ayırmaksızın varlar. Ne güzel.
Burada dünyada değişmeyen tek şeye geleyim: Aç gözlülük! Hani nasıl bizim insanlarımız her şey dahil tatile gidip çatlayana kadar yiyorlar ya, buradakiler 25 dolar verip patlayana kadar yiyorlar. Dünyayı yese yine doğmayacak gibiler. Yani ben yemek yemeyi seven biriyim ama bu manzarayı görünce yemekten soğuyorum. 5-10 dolara doyacak insanlar resmen randevu alıp yemeğe gidiyorlar, sıra bekliyorlar. Bu mekanlar hep dolu oluyormuş. Tabii bu yemek aymazlığında insanların kilo almayı dert etmemeleri de vardır. Kimse kimseye sen kilo almışsın demediği için herkes rahat.
Velhasılıkelam; insan kısım kısım yer damar damar.
Eyvallah.