Korkuyla mücadele sadece dehşet filmlerinin ilgi alanında değildir. Korku evrensel bir temadır ve bundan aile filmleri de bolca nasiplenir. Geçen aylardaki vizyon trafiğini, şu komik korku animasyonlarını anımsıyorsunuz. Yeni yılın ilk animasyon filmi olan Efsane Beşli de bu genel çizgiden ayrılmıyor, ancak aynı zamanda bir Noel dönemi filmi olması itibarıyla tutumu bütünüyle farklı. Daha berrak bir ifadeyle, son birkaç ayda izlediğimiz diğer animasyonlardaki korkuyla yüzleşme hikâyelerinin tam karşı kutbunda yer alıyor; çünkü korkunun panzehiri olarak özgüveni ve mantığı değil, inancı ve hurafeyi karşısına yerleştiriyor.
“İster inan ister inanma” bizim çocukluğumuzun düsturuydu. Doğaüstüyle haşır neşir olmak, ondan korkmamak ve eğlenmek de bu düsturla kolaydı. Şimdiki çocuklar için ortası yok. Efsane Beşli sürekli “inan” diyor, “inanmalısın”, “inanmazsan olmaz”. Neye inansınlar peki? Görünmeyen koruyucu varlıklara. Açıkçası bundan başka söyleyecek sözü, argümanı da yok. Sadece bozuk plak gibi “inan” deyip duruyor birbirinden renkli karakterleri. “Bana inan, Ay Dede’ye inan, inanmazsan yok olurum, bak korunamazsın (gözdağı ha?), inanmazsan eğlence de olmaz, inanmazsan kendin olamazsın, geçmiş de olmaz, geçmiş olmazsa inanç da olmaz.”
Bir filmdeki tekrarları sayarak eğlenenlerdenseniz, filmde kaç kez “inanmak” kelimesinin sarfedildiğini sayabilirsiniz, sabrınız yeterse. Bu konuda küçük bir dünya rekoru bile kırılmış olabilir. İnanmak, filmde karanlığı, korkuyu ve kâbusları dünyaya egemen kılmak isteyen bir varlıkla mücadelenin temel koşulu olarak sunuluyor. Bu varlık son hükümranlık devrini “karanlık çağ” olarak anılan zamanlarda yaşamış. İnsanların bilmedikleri her şeyden, kendi gölgelerinden bile korktukları çağlar kastediliyor. Ama sonra, bildiniz, insanlar Noel Baba’ya, Paskalya Tavşanı’na, diş ve uyku perilerine inanmaya başlamış da, fevkalâde eğlenir olmuşlar da, hayatlarına ışık gelmiş, korku gitmiş. Bir saniye, halk söylencelerine inanmak ne zamandan beri aydınlanmadan sayılıyor?
Batı mitolojisi bu söylencelerle dopdolu elbette. Günümüzün en parlak hayal gücüne sahip birçok sanatçısı, edebiyatçısı, çizeri, sinemacısı, siz ekleyin, bu mitolojilerden beslenir. Söylenceleri ve miti bir kasaya kilitlemek, hayal gücünü ondan men etmek, dünyayı griye boğmaktır. Ancak hayal gücünü özgür bırakmak da gerekir. Filmin hikâyesinde bu efsanevi koruyucu varlıklara inanmamayı seçmek, ya da onların dışında başka bir şeye inanmayı yeğlemek söz konusu bile değil. Çocuklar “Kara”nın entrikalarıyla inançlarını kaybediyorlar ve dünyadaki ışıklar sönmeye başlıyor. Çocuklar hayal güçlerini yitirdikleri için değil, keşke öyle olsaydı, daha anlamlıydı, inanmadıkları için dünya karanlığa gömülüyor.
Hani görünmeyen varlıklarla konuştuğunu iddia eden çocukları yüzünden psikiyatri kapılarını aşındıran ebeveyn dramları vardı, onlara ne oldu? Olsun, çocuk bir şeye inansın da, görünmese de olur. Hatta ne kadar görünmezse o kadar iyi.
Filmdeki ikna gayreti takdire değer yalnız. “Gündüz güneş açıp da ay kaybolduğunda aya inanmayı bırakıyor musun?” diye soruyor Jack Frost, kararsızlık çeken, dünyada tek kalmış inançlı çocuğa. Aya inanmak nedir yahu? Filme göre ay, dünyadaki tüm varlıkları gözetleyip nihai karara varan, seçilmişleri belirleyen büyük bir nur topu. Konuşmuyor, sadece parlıyor, seyrediyor ve her yerden görünüyor. Anladınız işte. Çocuğa paranoyayı erkenden aşılayacaksın ki, bak bir daha yapıyor mu!
Bu hikâyenin haliyle söyleyecek başka hiçbir sözü olmadığı için de, her inanmak sözcüğünün arası aksiyonla, kovalamacayla, yarışla, pata küteyle ve elbette sihirli numaralarla dolduruluyor. Dünya üzerinde yedi milyardan fazla çocuk ve bir o kadar da diş varmış, öyleyse kahramanların diş toplamak için yarışması niye? Çocuklar yarışmayı sever. Çocuklar dinozorları ve yunusları da sever. Ne alaka? Film işini şansa bırakmak istemiyor, yapım sürecinde önlerine uzun bir liste konmuş belli ki. Başlığı: “Çocukların sevdiği şeyler”. Bir bütünlüğü olsun olmasın, hepsi sırayla boy gösteriyor.
Ha bir de, Hollywood’un o malum listesinde, yanağa neşe ve sevinçle kondurulmuş bir öpücük de vardır. Surata atılan yumrukla noktalanır. Neden? Aynı cinstekiler birbirlerini öpmemelidir çünkü! Yaşasın sevgi dolu, insanî, inançlı Noel filmleri! Haleluya!