Brendon beni seçti. 4 yıl önce her gece birlikte olduğumuz için mi beni seçti, yoksa başka bir nedenden mi bilmiyorum. Nedeni ne olursa olsun çok mutlu oldum. Ertesi gün yine beni seçti. Ve o gece Brendon ile aramızda uyku öncesi kısık sesle kısa ama ömürlük diyalog geçti:
– Brendon İzzet
+ Ergin dayı
– I love you Brendon
+ I love you Ergin
Brendon bu diyaloğun olduğu gece ve ertesi gece uykusundan uyanıp yatağıma geldi. Normalde direkt ebeveynlerinin odasına gidermiş ya da ağlarmış. Yani benim yanıma gelmesi o kadar güzel bir duygu ki anlatması gerçekten güç.
Şunu hissettirdi bana, ben baba olmaya hazırım. En azından şimdilik öyle görünüyor. Babalık bu kadar kolay değildir elbette ama şu hissiyata ulaşmak, bütün zorlukların birer teferruattan ibaret olduğunu düşündürüyor bana.
Milyarlarca insan anne/baba olmuş hem, ben neden olmayayım?
Ama geçen gün aramız açıldı. Sadece tek kelime yüzünden: “Don’t!” Adam şunu dedim diye bana gönül koydu. Artık uykuya giderken beni değil annesini seçiyor. Ebeveynleri gün boyu 100 kere diyorlar bu ve benzeri şeyleri, benim demem dokundu demek ki. Aramız düzelir mi bilmiyorum. Uğraşıyorum ama. O duyguyu yakalamışken bırakmamak lazım.
Lily, 100 senelik ömrümde gördüğüm en tatlı çocuk. Tipinden tutun da mimiklerine, sesine -bağırmaları hariç- kadar bu denli “gel beni öp, ısır, ye” diyen başka bir çocuk daha görmedim. Kedi gibi. Canı istediği zaman sizi öpüyor ya da öpmenize izin veriyor. Fakat öptürmek istemediği anlarda da aynı şekilde tatlı.
Kafasını 120 km hızla sağa sola çevirmesi, kaşlarına ve dudaklarına verdiği şekille adeta bir angry bird duruşu… Görmeniz lazım. O yüzden temsili olarak çok net olmayan bir fotoğraf gönderiyorum. Çünkü o anlarda fotoğrafının çekilmesini pek istemiyor.
Paylaşmayı çok seviyor ama. Bana bir oyuncak verdi, teşekkür ettim. Başka bir şey getirdi. Yine teşekkür ettim. Yiyecek bir şey getirdi. Teşekkür ettim, öptüm. Sonra bir baktım, evdeki her şeyi bana getirmeye başladı. Ben teşekkür ettiğim müddetçe yorulana kadar getirirdi de ben izin vermedim, öpücük yağmuruna tutarak kurtardım onu olası yorgunluktan. Sonra dışarı çıkardım ödül olarak.
Hayatı boyunca bir çocuğa bakamayan birinin aynı dili konuşmadığı iki çocuğa bakması ne demektir bilir misiniz? Ben bilirim.
Çok zordur, biraz kolaydır. Zordur, çünkü evler çocukların kendilerine ya da evdeki eşyalara zarar vermesi için tasarlanmıştır. TV’ler, DVD’ler, TV üniteleri, oyun konsolları, sandalye ve masalar, masaların köşeler, binlerce oyuncak. Evet, binlerce oyuncak. Fazlası vardır, eksiği yoktur. Binlerce oyuncak içinde iki çocuğun da aynı oyuncakla oynama isteği ve inadı… Aynı anda çığlık ve ağlaması.
Kendime not: Ben bu baba olma olayını mutlaka gözden geçirmeliyim.
Kolaydır çünkü bildiğiniz üzere Brendon saatlerce iPad’den lego videoları izliyor. Bu çok yanlış geliyordur size, bana da öyle geliyordu. Fakat durum bildiğiniz gibi değil. Belki anlatırım sonra. Lily ise ağzına emzik, eline kitap verildiği ve televizyonda sevdiği çizgi film açıldığı zaman kısmen duruyor. Ben, ablam ve eşinin evde olmadığı 15 dakikalık zorlu görev süremde bu yolları izleyerek işimi kolaylaştırdım. Ama her an tedirgin her an kötü bir şey olacakmış gibi yaşadım. Ebeveyn olmak böyle bir şey olsa gerek diye düşündüm. Sonra aklıma Boris Vian’ın “Yürek Söken” romanındaki çocuklarını korumak için uçuk kaçık önlemler alan anne karakteri Clementine geldi. Sudan mikrop kapabilirler diye çocuklarını yalayarak temizleyen, bahçedeki bütün ağaçları çocukları çıkıp düşerler diye kestiren ve en sonunda sürekli aklına gelen kötü senaryolarla baş edemeyince çocuklarını üç demir kafes yaptırarak içine koyan ve bunları yapma gerekçesi olarak onlara duyduğu sevgiyi gösteren anne Clementine…
Çocuklar, doğaları gereği hep bir keşif içindedirler ve hayal ettiklerinin peşinden giderler. Masalara çıkmalar, en tehlikeli yerlere dokunmak istemeler, evin içinde korkusuzca koşmalar. Romandaki üçüzler aslında çocukların dünyasını yansıtıyor bize. Onlar hayallerini gerçek gibi yaşıyorlar. Misal mavi salyangoz yiyerek kuş gibi uçmayı öğreneceklerini düşünüyor ve uçtuklarını hayal ediyorlar. Clementine ise üç çocuğunu da kafese koyarak özgürlüklerini kısıtlıyor ve onları koruma altına alıyor. Koruma içgüdüsel midir, insanın kontrol edebildiği bir şey midir? Hele ki anne-baba olduktan sonra bu durum nasıl bir noktaya geliyor çok net bir fikrim yok. Dayı olarak düşündüğüm çocukları başıboş bırakırsan eğer her an başlarını kötü bir şey geleceği. Bakın gelebileceği demiyorum, geleceği diyorum. Kötü ihtimali düşünüyorum hep, iyi olursa ne âlâ. İçimde çıkarılmayı bekleyen bir Clementine varmış meğer. Kafese koymaktan değil onları uyutarak hem onları korumaktan hem dinlenmekten bahsediyorum.
Yedek babalık fikri sandığımdan daha zor çıktı ya da ben erken pes ettim. Şöyle ki, bence en önemlisi dil sorunu. Çocuklar İngilizce konuşuyorlar, ben Türkçe. Bildiğim 3-5 İngilizce kelimeyle iletişim kurmak imkansız- ki sadece don’t dedim diye küsen bir çocuk var-. Lily de ağlama krizine girdi aynı sözcükten ötürü. Sonra gel de toparla!
Aynı dili konuşmak, aynı kültürü yaşamak lazım. Çocuklar gerçekten özgür yetişiyor bu ülkede. Normal şartlarda gürültüye tahammül edemeyen ben etmek zorundayım. Burada sus, dur, yapma, sessiz ol deme durumu yok yani. Çocuktur, bağırır da konuşur da durumu kabul edilmiş. Daha 2 yaşına girmemiş Lily yemeğini kendi başına yiyor. Aslan yattığı yerden belli olur misali yemek yediği yer, üstü başı her şey batıyor. Sonra siliyorsun geçiyor!
Türkiye’de -en azından benim gördüğüm kadarıyla- çocukların yemekleri hep büyükleri tarafından ve zorla yediriliyor. Ev kirlenmesin, aman elbisesi pislenmesin diye başlayan bu süreç kendi başına yemek yemesini geçtim bir zaman sonra çocuğun zorla yemek yemesiyle son buluyor. Bu sadece yemek yemeyle sınırlı bir durum değil tabii, özgüven sorunu da peşi sıra geliyor. O ayrı bir konu gerçi, beni aşar.
Kültürel ve dilsel farklılıklara ek olarak benim çocuklarla oyun oynama, ilgilenme kısmındaki yeteneksizliğim ve sabırsızlığım var, onu anladım.
Çocukları sevmek yetmiyor. Bir anda çocukların hayatına dahil olup, bir ay sonra ayrılacak olmanın korkusu da var tabii. Ben eşek kadar adamım şimdiden üzülüyorum nasıl ayrılacağım diye, onlar kim bilir nasıl etkilenir diye düşündüğüm için uzak duruyorum biraz.
Ara sıra saklambaç oynuyorum. Bir de öpmeye doymadan devam ediyorum o ayrı.
Yazının ilk bölümü için tıklayınız.