Her sabah işe giderken, apartmanın önünde, aynı saatlerde karşılaşıyoruz onlarla. Biri küçücük daha, ağır okul çantası daha da belirginleştiriyor bu halini. Diğeri büyük, ortaokul öğrencisi olmalı.
Küçük olan duygularını yabancılara göstermenin bir zayıflık olduğunu öğrenmemiş henüz. “Her şey yolunda” maskesini takmayı beceremiyor yüzüne, beni görünce hemen çeviriyor başını. Sabahın kör karanlığında evden sokağa fırlatılmış gelmesini hiç de istemediği bir okul servisini bekliyor zaten, bir de komşu teyzeyle mi uğraşacak? Avucunu yalasın bütün teyzeler; mademki uyku yok ona, nazlana nazlana yapacağı bir kahvaltı yok, mademki oyun olasılığı alınmış elinden, o da hiç kimseye iyi davranmayacak işte. Bana bakacağına sokak köpeklerine, camiye, uzaktan görünen mezarlığa, kargalara bakar, daha iyi. Onlar keyfi yerinde bir çocuk gibi davranmasını beklemiyor ki.
Gayet haklı bulduğum öfkesine saygı gösteriyor, görmemiş gibi yapıyorum ufaklığı. Diğerine gülümsüyorum. O, bazı günaydınlarımızın gerçek niteliğini; bir gereklilik, dahası tahammül etmekle ilgili bir zorunluluk olduğunu kavramış artık. Tamamlanması gereken bir ödevin tedirginliğiyle bekliyor selamımı, hemen de karşılık veriyor. Dudaklarını bir gülücükle kıvırmayı bile başarabiliyor üstelik. Yine de fazla zorlamıyorum hakkımı, bakışmayı uzatmıyorum. Biliyorum, bu gülücük henüz ağır bir yük onun için, diğeri gibi somurtmaya devam etmek istiyor bir an önce. Hayattan hoşlanmadığı zamanlarda bile hoşlanıyormuş gibi yapmak zor. Ciddi ve akılsız bir hayat bu, mantıksız. Bu hayata alışmak zor.
Apartmanın iki ayrı köşesinde bırakıp gidiyorum ikisini. Değil konuşmak, bakmıyorlar bile birbirlerine. Hayata hazırlanıyorlar şimdi ve hayat servisi beklemek demek, okula gitmek demek, ders çalışmak ve öğrenmek demek. Hayat ciddi bir şey yani, o yüzden, o servis minibüsünü beklerken, onlar da ciddi. Zaman sabah değil de akşamüstü olsa, okuldan dönülmüş olsa, karınlar doyurulmuş, formalardan kurtulunmuş olsa, yine aynı köşede karşılaşsalar, birbirlerinin sırtına vurup “N’aber lan?” derler, bir top bulup koşturur, gülerler. Ama şimdi sabah. Akşam uzak, okul günü nasıl da uzun…
Çocukluğun bir ölçütü gamsız kasavetsiz olmaksa, bu çocuklar çocuk değil. Çocuksu mutluluğun bir göstergesi uykudan gülümseyerek uyanabilme yetisiyse, bunu da yitirmişler besbelli. “Mutlu azınlık” diye küçümsediğimiz gruplardan en masumunu yitirdik, müjdeler olsun. Onlar da mutsuz işte.
Köşeyi dönüp caddeye çıktığımda daha fazlasıyla karşılaşıyorum. Çocuğunu elinden tutmuş koşturarak okula götüren anneler, servis camlarına yaslanıp uyuyakalmış bebecikler, küçük yüzlerine kocaman ağırbaşlılıklar yerleştirmiş çocuklardan oluşan kocaman bir ordu var şehirde. Her sabah aynı bezmişlikle caddelerden akıyor, hayata karışıyorlar.
İfşa ediyorum; yaşadığımız bu hayat sabahçı çocukların mutsuzluklarını da içine aldığı için rengi fazlasıyla bozulmuş bir nehirdir. Şehirlerimizin kenarından değil, tam ortasından akar, çevreyi hiçbir fabrikanın beceremeyeceği denli çok kirletir. Bu şehirlerde büyüyen çocuklar çocuk değil masumiyetlerini erken yitirmiş, boyları kısa büyüklerdir. Bencil, sorunlu, sorumsuz ve tedaviye muhtaç oldukları saptanır, psikologlara taşınırlar. Psikologlardan eve fast food yiyecekler, yalnızca moda olduğu için pahalı, uyduruk oyuncaklar, birkaç saatlik düş sağlayacak çizgi filmler yüklenir, gelirler.
Anne babalar avuç dolusu para harcadıkları çocuklarının daha da fazla istemesinden, istediklerini aldırmalarından ama hala mutsuz olmalarından, yine istemelerden, yine almalardan… Bütün bu kısırdöngüden başları dönmüş, alır da alır istenileni. Ev kırık dökük oyuncaklarla, plastik kaplarla, sürekli aranan, bir türlü bulunamayan huzurun beklentisiyle, mutsuzluk, doyumsuzluk kırıntılarıyla dolar, çöplüğe dönüşür.
Bu çöplükte yeni tüketiciler yetiştiririz biz. Çamaşır, bulaşık makinesi tüketicileri, ütü, perde, halı, yatak, deterjan, gıda, televizyon, jakuzi, şampuan ve ilaç tüketicileri. Azıcık boş zamanımızın katillerini doldururuz eve; televizyonları, oyuncakları, spor aletlerini, dergileri, gazeteleri… Eve kapanırız taşıyıp doldurduklarımızla. Çocuklarımızı da kapatırız.
İyi bir hayatımız olacak diye diye eve doldurduklarımızı alabilmek için çalışırız. Çalışabilmek için çocuklarımızdan ayrılırız. Çocukların büyüdüklerinde evlerini daha pahalı telefonlar, daha şık giysiler, daha güzel yiyeceklerle doldurabilmeleri için okula ihtiyacı vardır.
Evet, çocukların okula ihtiyacı vardır ama ne için? Türkçe’yi hayatı anlamlandırıp üzerinde düşünmek yerine büyüdüklerinde müşterilerini tatlı dille kandırıp kazıklamak için; matematiği sahip olacakları eşyaları toplamak, vakit ayıramayacakları insanları hayatlarından çıkarmak, yaşayabilecekleri mucizelerin yüzüne kapıları çarpmak ve kısacık yaşamlarını anlamsız koşuşturmalara bölmek için; coğrafyayı hep tatminsiz bir şekilde geri dönecekleri pahalı tatillere çıkabilmek için öğreneceklerse eğer, çocukların mı okula ihtiyacı var, okulların mı çocuklara?
Okul bu haliyle bilim yuvası değildir artık. Ana babaların hayatla uğraşırken başlarından atmak zorunda kaldıkları çocukları olabildiğince verimli tüketiciler haline getirmeye çalışan ıslahevleridir.
Çocuklarımızı sabahın köründe uykulu gözleri, yatağın sıcağını özleyen minicik bedenleri, yastığın izi hala suratlarındayken henüz, kapının önünde bekleten ne? Daha bir gün önceymiş gibi gelen bir zaman öncesinde, tazecik dallarken bedenimiz, biz ne olup bittiğinin farkına bile varamadan bizi büyüten, içimizi kalınlaştıran, suratımıza aynı bezgin ifadeyi yerleştiren, kalbimizi taşlaştıran ne? Kedilere, köpeklere dost, ağlarken, gülerken samimi, arkadaşlarımızı severken cesur halimizi bir tost makinesi alıcısına indirgeyiveren zalim kim? Şu evrende bizden başka hangi akıllı canlı hayatını verir ve karşılığında bir tost makinesi alır?
Sabahları kim bilir kaç çocukluk yük taşıyorum kalbimde. Oğlum dâhil. Gerçi o büyüdü artık, uyumak istediği evden servisi beklemesi için sokağa fırlatan ben değilim onu. Kendisi fırlatıyor kendini sokağa, hepimiz gibi.
Geçenlerde apartman önü arkadaşlarımdan küçük olanı ilk kez bana gülümsedi. “Günaydın” dedi. Anladım, servisi kaçırmış, okula değil de annesinin yanına gideceği için mutlu. “Annesi hiç mutlu olmayacak ama” dedim oğluma. “Ah, sen de onun yaşındayken ne çok kaçırırdın servisi, işe ne çok geç kalırdım senin yüzünden.”
Güldü oğlum, “Kaçırmazdım ki” dedi. “Saklanırdım arabaların arkasına. Şoför beklemeyip giderdi. Sana gelir servisi kaçırdığımı söylerdim. Seni çok özlerdim okuldayken.”
Oğlum güldü, ben üzüldüm. Ah oğlum, ben işe yetişiyordum, sen okula, kayıverdi elimizden çocukluğun. Şimdi o yaşta olsan, o servisleri her gün kaçırsan, ben de kaçırsam servisleri, yanında kalsam. Sarılsak birbirimize, konuşsak. Birbirimize doyunca gitsek okula, işe. Bize böyle bir hayatı güzelleseler de, böyle büyüsen bir de.
Yapamadık bunu, bak, yenildik. Ama biz de masumduk değil mi? Başka bir hayatı bilmiyorduk ki.
Not: 2006 yılında Picus’da yayınlanmıştı bu yazı. Uzunçorap editörü “Güncelle de öyle koyalım siteye” dedi. Ben de tamam dedim ama baktım baktım, virgülüne dokunamadım. Değişen ne var ki yani? Hala çor çocuk sabahın köründe sokaklardayız. Hala soruyorum: Ne için?
Öyle işte.
yazınız güldürürken ağlatacak cinsten Arzu hanım. Çalışan annenin dramını bir tek çalışan anne anlar. bu kadar içten paylaştığınız için teşekkürler, mevcut durum değişemese de, şuçluluk duygum hafifledi. Biz de masumduk, yenildik.
Hiçbir şey değişmemiş gerçekten, 4,5 yaşındaki Alya her ne kadar severek gitse de okuluna, para kazanma derdim olmadan onunla tüm günümü geçirmeyi dilerdim ben de…
Sana yazmak gerçekten yakışıyor,yazılarını okumak insanı düşündürüyor,belki bakarken görmemizide sağlıyor.Sağlıcakla kal.