Üç aşamalı temel eğitime geçişten sonra, aynı sene içinde eğitimde büyük bir reforma daha şahit olduk: üniformasız eğitim. Ne yalan söyleyeyim, bütün hayatı boyunca üniforma giymiş ve üniformadan nefret etmiş bir biri olarak kendi çocuğumun üniforma giymesine hiçbir zaman sıcak bakamadım. Onu bu yüzden üniformasız bir okula gönderdim. Bu karar çıktığında en önemli itirazlardan biri eşitsizliğin bu kadar büyük olduğu bir ülkede üniformasız eğitimin çocukları arasındaki eşitsizlikleri görünür kılıp, onları yaralayacağı yolunda oldu. Şimdi kendisi eğitim hayatı boyunca üniforma giyen birisi olarak söyleyebilirim ki, eşitsizliğin göstereni yalnızca üstünüze giydiğiniz etek değil, ayağınıza giydiğiniz ayakkabı, üniformanın altına giydiğiniz çorap, sırtınıza taktığınız çanta, elinize aldığınız kalem, o kalemleri içine koyduğunuz kalem kutusudur. Üstelik çocuk merkezli hale gelmiş dünyamızda birbirinin evine giden, hayatlarına giren, doğum günleri kutlayan yeni bir kuşaktan bahsediyoruz. Üniforma eşitsizliği saklamıyor, eşitsizlik her gösterenden fışkırıyor. Çocukluğun zenginliğe dair statü sembolleri en az büyüklerinki kadar geniş. Tıpkı büyüklerin hayatında olduğu gibi hayat “statünün” gösterilemeyen yerde, gösterilebilmesi üzerine örgütlenmiş durumda. Ama bundan daha önemlisi artık bu statü göstergelerinin mekânsal olarak birbiriyle karşılaşamıyor olması.
Üniformaya dair bu tartışmalar sürerken yıllardır hepimizin ayan beyan gördüğünü Milli Eğitim Bakanı açıkça söyleyiverdi. Bakana göre zenginle fakir aynı okula mı gidiyordu da, üniforma eşitlik sağlıyor diye itiraz ediliyordu. Milli Eğitim Bakanının çıplak gerçek olarak söylediği ve belli ki kendisine hiç de tuhaf gelmeyen bu durum, maalesef son 15-20 yıldır ülkemizin bir gerçeği oldu. Zenginlerin ve yoksulların okulları ayrıldı. Yoksullar devlet okuluna, imkanı olanlar (onlara zenginler bile demek istemiyorum) özel okula gittiler. Artık herkes kendi sınıfında, kendi sınıfıyla beraber okuyor. Bakanın üniformanın kaldırılmasını savunmak için söylediği bu gerçek, aslında bu memlekette bugün eşitsizliğin asıl meselesidir.
Örneğin bakın üç aşamalı eğitime geçiş ve okula başlama yaşının küçültülmesi tartışmalarına. Bu tartışmalardan ve dönüşümünden hepimiz etkilendik, ama bu dönüşümden, bu seneki karmaşayı bir yana bırakırsak, herkes aynı şekilde etkilenmedi, etkilenmeyecek. En fazla etkilenenler elbette ki kamusal eğitim sisteminin içinde yer alanlar, yani bakanın yoksullar dediği grup. Bu sistem sınıfları kalabalıklaştırdı, ama kalabalıklaşan sınıflar devlet okulundaydı. Bu sistem çocukları erken yaşta mesleki eğitime ve çocuk işçiliğine itecekti, ama bu itilenler bakanın “yoksulların çocukları” dediği çocuklar olacaktı. Bu sistem okullara seçmesiz seçmeli ders açıyordu, ama bu da büyük oranda yalnızca devlet okullarının problemi olacaktı. Diğerleri, yani zenginler, ya da zengin olmasa bile ne yapıp ne edip çocuğunu kamudan kaçıranlar, bütün bu dönüşümlere büyük oranda maruz kalmayacaklardı. Zaten öyle de oldu. Onlar okula başlama yaşı küçüldüğünde çocuklarına rapor alıp okula göndermediler, çocuklarının okullarında sınıf mevcudu değişmedi, küçük yaşta çocuklarını okula başlattıklarında da uygun rehberlik hizmeti aldılar.
Zenginler özele, yoksullar kamuya..
Oysa çok değil bundan 20-30 yıl önce, daha ben büyürken, zenginler ve yoksullar hep beraber aynı okullara gidebiliyorduk. Hayır, bu demek değil ki, bundan 20-30 yıl önce çok kaliteli bir eğitim sistemimiz vardı, ve hiç özel okul yoktu. Hayır eğitim sistemi yine kötüydü ve bu sistemden memnun olmayanların gidebileceği özel okullar elbette vardı. Ama çok önemli bazı farklarla. Her şeyden önce özel eğitim ilkokul seviyesine kadar inmemişti. Seksenli ve hatta doksanlı yıllarda ilkokul seviyesinde sadece tek tük özel okul vardı. Bunun yansıra kamuda başarılı öğrencileri sınıf farkı gözetmeksizin seçen ve onlara son derece iyi bir eğitim sağlayan Anadolu Liseleri vardı. Zengininde yoksulun da büyük bir bölümünün hayali, çocuğunu iyi eğitim veren parasız Anadolu Liselerine sokmaktı. Nitekim sadece üç beş tane özel okul bu iyi Anadolu Liselerinin verdiği eğitim ile yarışabiliyordu.
28 Şubatta sekiz yıllık kesintisiz eğitimin hayata geçirilmesinin önemli sonuçlarından biri önemlice sayıda orta ve üst sınıf ailenin çocuklarının özel eğitime kayması oldu. Temelde bunun nedeni ilkokulların Türkçe eğitim veriyor olması ve devlet okullarında verilen İngilizce eğitimin aileler tarafından yeterli görülmüyor olmasıydı. Üstelik dönem tam da iş gücünün üzerindeki nitelik baskısının işsizlik ile birlikte arttığı ve iş gücü piyasanın giderek daha fazla rekabetçi bir hale geldiği bir dönemdi. 5+7 sisteminde çocuklar 11-12 yaşında özel okula ya da o zamanlar hala çok da bozulmamış olan Anadolu Liselerine geçebiliyorlardı. 12 yaş İngilizce öğrenmek için hala geç değildi.
28 Şubat’ın ilk öğretimi sekiz yıla çıkarması ile orta ve üst sınıfların büyük bir kısmının hayatından “devlet okulu” diye bir kavram çıktı. Nitekim 15 yaş İngilizce öğrenmek için çok geçti ve sekiz yıl devlet okulunda okumak için çok uzundu. Ortaokulları kapanan özel okullar yeni düzenlemelerinde kolaylaştırıcılığıyla pıtrak gibi ilkokul açmaya başladılar. Sonra yavaş yavaş okulların ortadan ikiye bölündüğüne tanık olduk. Parası yetişen (ucu ucuna bile olsa) herkes çocuğunu şu ya da bu şekilde, şu ya da bu rahatsızlığını, özel okulların şu ya da bu avantajını (dil öğrenme, esneklik, çocuğa daha fazla ilgi, dayaksız eğitim vs.) bahane ederek özel okullara göndermeye başladı.
Bu duruma paralel olarak öğretmen kadrosunun da devlet okullarından özel okullara geçişi hızlandı. Nitekim özel okulların artması, eğitim piyasasının genişlemesine, ve devlet okullarındaki yetişmiş öğretmenlere olan talebi artmasına yol açmıştı. Tayin sorunları ve düşük maaşlar da bu eğilimin hızlanmasına yol açtı hiç kuşkusuz. Okul sistemi giderek daha fazla oranda çok kabaca da olsa parası olmayan yoksulların gittiği devlet okulları ve imkanı olanların gittiği özel okullar olarak ortadan ikiye ayrıldı. İmkanı olmayanlar grubu devlet okulları içerisinde ayrıcalıklı olan okulların (Anadolu liseleri, pilot okullar) peşinde koşuyor, hiç değilse en azından bu yolla bir nebze iyi eğitim arzusunu karşılamaya çalışıyordu.
Bu yarılmanın çocuklarımız için sonucu çok açık oldu. Herkes sosyoekonomik olarak birbirine aşağı yukarı benzeyen ailelerin olduğu okullarda okumaya başladı. Dolayısıyla bu dönemlerde büyüyen çocukların sınıfsal eşitlik, farklı hayatlar ve toplumsal empati gibi değerleri öğrenmeleri için “Toplumsal Duyarlılık” dersleri falan almaları gerekiyordu.
Bu duruma bir de eğitimin bir toplumsal mobilizasyon aracı olması durumunun giderek ortadan kalktığı gerçeğini eklendi. İşsizliğin arttığı, iş gücü piyasasının talep ettiği niteliklerin giderek fazlalaştığı bu yeni dönemde işgücü piyasasında yükselebilecek kalifiye işgücünün yetiştirilmesi işi özel okullara devredildi. Bu devir nitelikli işgücü yetiştirmeye yönelik eğitimin maliyetinin devletin üstünden alınıp ailelere devredilmesi demekti elbette. Çocuğunu özel okula gönderen aileler eğitime ödedikleri anormal ücretler yüzünden arada söylense de, iyi bir eğitim imkanına sahip olan çocukları için memnundular. Kamu için endişelenmeyi bıraktılar.
Devlet ise kamusal eğitim yoluyla işgücü piyasasının ihtiyaç duyduğu güvencesiz ve düşük ücretli işgücünü yetiştirme görevini yüklendi. Bu devlet ve sermaye için “kazan-kazan” durumuydu. Kalifiye işgücünün gereği olan eğitim masraflarını tamamen aileye devret, böylece büyük bir finansal yükten kurtul. Sonra kamusal eğitimi tamamen yoksullara göre örgütle. Büyük oranda sadece yoksullara ait olan kamusal eğitime hiç yatırım yapma, maliyetleri sürekli düşür, ve bütçeden doğru dürüst pay ayırma. Üstelik bu sistem sana başka hiç bir hayat şansı olmadığı için sermayenin sunduğu güvencesiz, düşük ücretlere mahkum yeni bir işçi sınıfı ordusu olarak geri dönsün.
Çıkış veya Söz
Albert Hirschman 20.yy’ın önemli klasiklerden olan Çıkış, Söz, Sadakat (Exit, Voice, Loyalty) kitabını 1970’li yıllarda eğitim reform tartışmalarının ışığında yazar. Hirschman’a göre herhangi bir grubun üyesi olan kişilerin yararlandıkları hizmetin kötüleşmesi karşısında iki seçeneği vardır: o grubu terk etmek (çıkış) veya bu kötüleşme karşısında sesini çıkarmak, buna direnmek (söz). Terk temelde piyasa mekanizmasına içkin bir davranış biçimidir. Ancak imkanı olanlar tarafından kullanılabilir. Söz ise siyasal mekanizmalara içkin bir davranıştır. Grup üyeleri bir araya gelirler ve içindeki bulundukları grubun/ organizasyonun düzelmesini talep ederler.
Her iki mekanizmanın kullanımı da temelde yararlanılan hizmetin kötüleşmesi sonucu ortaya çıkmış olsa da, bu iki mekanizmanın kullanımı birbiriyle ters orantılıdır. Bir diğer deyişle çıkış (yani hizmeti almaktan vazgeçme) olasılığı ne kadar fazlaysa, söz olasılığı (yani hizmetin iyileşmesini talep etme) o kadar düşer. Hirschman’a göre bütün kamusal hizmetlerin doğasında bu mantık vardır. Kamusal hizmetler kötüleşmeye başladığında eğer dışarda işleyen bir de piyasa var ise bu hizmetlerden yararlananlar çıkış seçeneğini (yani kamusal hizmeti terk edip özel piyasadan hizmeti satın alma ya da kendi hizmetini yaratma) kullanacaktır. Ama çıkış seçeneğini herkes kullanamaz, bu seçeneği kullananlar genellikle imkanı olan orta ve üst sınıflar olacaktır.
Hirschman’a gore tam da bu çıkış eğilimi kamusal hizmetlerin daha da kötüleşmesine ve giderek sadece yoksulların yararlandığı bir hizmete dönüşmesine yol açacaktır. İki nedenden; öncelikli olarak bürokratik aygıt genellikle orta ve üst sınıfların taleplerine duyarlıdır ve onların yararlanmadığı hizmetleri baştan savma eğilimindedir, ikincisi de sözün yani, talep mekanizmasının genellikle imkanı olanlar tarafından kullanılmasıdır. Yani sadece yoksullar için olan hizmetler yoksul kalmaya mahkûmdur. Hirschman tam da bu nedenle toplumsal adalet için en doğru olanın eğitimin parasız ve nitelikli bir kamu hizmeti olarak sağlanması olduğunu iddia eder.
4+ vs vs vs vs
Geçen ay İstanbul’un pilot okullardan birinde ilkokul öğretmenliği yapan bir arkadaşım bu son yasadan önce herkese iyi bir devlet okul bulurlarsa çocuklarını gönderebileceklerini, ama bu yasadan sonra artık herkese çocuklarına özel bir okul bulup oraya göndermeleri gerektiğini söylediğini anlatıyordu bana. Ona göre bu yasa, temelde okullara büyük bir belirsizliği sokuyordu. Hangi yaş grubuna ne öğretileceği, din eğitiminin nasıl verileceği gibi durumlar tamamen belirsizdi ve bu belirsizliğin içi giderek muhafazakarlaşan idari okul kadrolarının (okul müdürleri gibi) insiyatifiyle muhtemelen son derece otoriter bir biçimde doldurulacaktı. Aşamalı eğitim yasası içerdiği bütün bu belirsizlikler ve dayatmacı zihniyetiyle bir kez daha imkanı olan herkesin kamusal eğitimden kaçmasına yol açtı. Her yıl yeni bir şeylerin değiştiği kamusal eğitime dair hiçbir ümidi kalmayanlar, bu bozulma karşısında, kendi yağları ile kavrulmaya gittiler.
Bütün bunlar arka arkaya geldiğinde devlet okullarında kim kaldı? Hirschman’ın dediği gibi çıkış şansı olamayanlar. Yani yoksullar. AK Parti bütün yapıp ettikleriyle 28 Şubat’ın rövanşını aldığını düşünüyor olabilir, ama başka bir açıdan baktığınızda 28 Şubat’ın başlattığı işi tamamladı: devlet okullarının yoksullara terk edilmesi ve eğitimde sınıflararası kutuplaşmanın iyice derinleşmesi.
Ömer Dinçer geçen hafta üniforma kalkınca eşitsizlikler ortaya çıkacak diyenlere “çok zengin olanlar ile çok fakir olanın aynı okula gittiğini mi düşünüyorsunuz?” diye soruyordu. Ona göre zaten bu doğaldı, bütün dünya eğitimini esnekleştirirken, bu olması gerekendi. Ömer Dinçer’in bütün benimsemişliğiyle ifade ettiği gibi maalesef mesele üniformanın gizlediği eşitsizliklerin, üniforma kalkınca ortaya ayan beyan serilecek olması değil; eşitsizlik, başka, çok daha derin bir yerde. Eğer eşitsizliği mesele ediyorsak, üniforma serbestliğini değil, bu derin eşitsizliği mesele etmeliyiz. Bunu dert etmiyorsak, pek çoğumuz çocuklarımızı alıp, köşe bucak kamusal eğitimden kaçıyorsak (ben dahil!), hakikaten üniforma yasağının kalkmasının yaratacağı eşitsizlikleri hiç dert etmemeliyiz. Gelecek sene yoksul okullara eski giysilerimizi gönderme kampanyası yapar, vicdanlarımızı rahatlatırız!