“Recherche bonheur désespérément”: Umutsuzca mutluluğu aramak.
Şimdi dönüp baktığımda tam olarak bu cümle özetliyor Paris geçmişimi.
Birkaç hafta oldu okula başlayalı. Okulda Fransa’ya benim gibi yeni gelmiş ortaokul çağındaki çocukların toplandığı bir sınıftayım.
İkiz Yugoslav kardeş, onların akrabası ve iki Yugoslav kız daha. Bu dörtlü grup birbirlerinden hiç ayrılmıyor. Bir Arap, bir Çinli, bir de Afrikalı biri var sınıfta. Afrikalı çocuğu gördüğümde bu sefer korkup da ağlamadım.
Küçük bir sınıfız ve hiçbirimiz tek kelime Fransızca bilmeden başladığımız bu sınıftan seneye Fransızlarla aynı sınıfta olup normal ortaokul derslerini alacağız. Bir sene içinde öğrenmem gerekenleri düşünmek bile ürkütücü.
İlk gün babamla okula gittim, sonra kendi başıma gideceğime karar verildi. Okul bizim eve 3 durak ve metronun da son durağıydı. Nasıl becerdim, bilmiyorum. Metrodan indiğimde bizim evden en fazla 15 durak sonra varılan tüm yabancıların bildiği meşhur Barbes TATİ’sinin önünde buldum kendimi. Okullar açılmadan önce bir iki kere komşularla gitmiştik.
O gün bana defalarca sorulan soruyu ilk defa ben kendime sordum. Nasıl becerdim okuldan oraya kadar gitmeyi acaba? Telefon kulübesinden evi aradığımda kimse cevap vermemişti üstelik. Yan komşum okula başladığımda defterime kendi evinin numarasını yazmıştı, onu her an arayabileceğimi söylemişti. Aradığımda annem de oradaydı. İkisi gelip hem beni aldılar hem de TATİ’den alışverişlerini yaptılar.
Telefon kulübesiyle ilk tanışmam bu olay sayesinde oldu sanıyorum; sonradan telefon kulübesi pazar günlerinin vazgeçilmez durağı haline geldi. Hasret giderme makinesiydi. Kulübenin başında beklerken ağlayarak çıkanlar, gözleri mutluluk ve hüzün karışımı o tuhaf acı tebessümle çıkanlar, belli ki Türkiye’den para istenmiş suratıyla çıkanları izlemek pazar günü aktivitelerimden biriydi. Bozulan, para sıkışan bir kulübe haberi mahallede anında yayılırdı.
Beş frankları ortasından delen ve ince bir iple telefon cihazına atıp para düşmeden konuşmayı icat eden de Türkler’di.
Her telefon konuşmamda babaannem ile dedem bana okul nasıl gidiyor diye soruyorlardı.
Nasıl mı gidiyor okul?
Bahçede bir köşede etrafımdaki kalabalığa bakıyor ve uğultuyu duymamaya çalışıyorum.
Kapattım tüm duyularımı. Görmüyor, duymuyor, okulun kantininde adını bile bilmediğim yiyecekler yüzünden tat almıyor ve hele hislerime ise kilit üstüne kilit vuruyorum.
Neden mi yapıyorum bunu?
İlk hafta ilk umutsuzca mutluluğu arama girişimimden hüsranla çıktığım için.
Kocaman bir gülümsemeyle çıktım okulun bahçesine o gün, herkese her şeye sırıtarak. Böyle bir enerji yayınca da etrafa insanlar yanıma geldi ve onları anlamadığımı görünce aralarında bana bakıp konuşmaya başladılar. Sırıtmaya devam ederken birden ağlamaya başladım ve o gün okulda beni susturamadılar.
Türkiye’den geldiğim günden beri yaşadığım hayal kırıklığını artık içimde tutamamıştım. Evde annemle babama güçlü kız rolünü oynamak zorunda hissettiğimden, okulda patladı balonum.
Ne rolmüş be! 40’lı yaşlarımda bile peşimi bırakmadı.
Yugoslav kızlarla teneffüslerde aramızda bir oyun bulduk. Türkçe-Yugoslavca ortak kelimeler bulma. Sarma, dolma, poğaça, yastık, kaşık, pamuk, patlıcan her anladığımız kelimede neşe içinde zıplıyor alkışlıyorduk çünkü karşımızda ne dediğimizi anlayacak biri vardı belki bütün bu kelimeleri birleştirip bir sohbet kurabilme ihtimaline seviniyorduk.
Apartmanda da Kürtçe kelimeler öğrenmeye başlamıştım.
Direnç göstermenin faydası olmadığını fark edince artık Kürtçe ve Yugoslavcama bir son verip deli gibi Fransızca öğrenmeye verdim kendimi.
Sokaktaki kağıt parçasını bile okumaya başlamıştım. Metroda otobüste sokaktaki reklam panoları önüme gelen her şeyi okuyordum.
“Le”, “la” maskülen, feminen ayrımı en büyük kabusumdu. Kelimeyi öğrensen de “le” yerine “la” diyerek başladıysan hemen Fransızların suratı değişiyordu.
Çok çabaladım, çok uğraştım bütün bir sene, ama gördüm ki dil dile değmeden dil öğrenilmiyormuş.
Ben bütün bir sene okuldaki gece gündüz öğrenmeye çalıştığım Fransızcayı o yaz tatilinde kendiliğinden söküverdim.
Ne mi oldu o yaz?
Umutsuzca aranan mutluluk, birden aramayı bıraktığımda saatlerce koşmuş gibi çarpan bir kalp, gözünü bir an bile ayırmamak için kırpmadığın göz kapakları, doğru yürümeyi unutan ayaklar, yaprak gibi titreyen bacaklar ve hiçbir şeyin umurunda olmama hali. TANRIM bu nedir? Aradığımdan kat be kat değerli bir şeyi buldum: “aşk“ı!
Bu hikaye burada bitse, umutsuzca aranan mutluluk bulundu, adı AŞK desek…
Bitmiyor.
Haftaya devam…