Henüz birkaç gün önce, “104 yaşındaki Berfo Ana oğlunun mezarını bulamadan öldü.”
Onu 12 Eylül davası başlarken mahkeme kapısında görüp tanımıştık; oğlunu, daha doğrusu oğlunun mezarını arıyordu, “Bulmadan ölmeyeceğim”, diyordu. Ölüm haberini televizyondan aldığımda, içime yayılan acıyla karışık garip bir duyguyla ürperdim; çünkü onun hikâyesini tam dört yıl önce, Berfo Ana’yı hiç tanımadan ama yüzlerce Berfo Ana’nın varlığını -bilmekten çok sezerek- yazmıştım. Çöplüğün Generali romanımdaki Oğlunu Arayan Köpekli Ana’ydı o.
Paylaşmak istedim.
Oğlunun ölüm haberi geldiğinden beri; yağmur yaş, fırtına, kar, kızgın güneş, çatışma, operasyon… Her Allahın günü sektirmeden sabahın köründe evden çıkardı Ana. Kafayı üşüttü zavallı, derlerdi. Konu komşu kızına, damadına kabahat bulurdu sahip çıkmadıkları, hele de ‘otur evinde’ demedikleri için. Kızı damadı, Ana’nın bağlasalar durmayacağını bilirlerdi, kendini sokaklara vurmadığı gün ölmüş olacağını da.
Tamı tamına on yıl olmuştu oğlunun ölüm haberi geleli. Azrail’in ulağı kimdi? Bilmiyordu. Kaçıncı evladıydı vurulan, öldürülen? Hatırlamıyordu. Eğer evlat ölümüyse söz konusu olan, sayı saymayı bilsen de, bir’den sonrası çok’tur.
Ortanca oğlanın gidişi Ana’yı can evinden vurmuştu. Öldüğüne inanamıyordu. Yüreği biliyordu bilmesine de, beyni kanıt istiyordu. Oğul’un yaşadığını düşünmekten bitap düşmüştü. Yaşıyorsan analık hakkını helâl etmem sana, diye haykırıyordu yüreğinin kulaklara vurmayan sesiyle: Hayırsız bir oğlan istemem, ya bir haberini alayım analık hakkımın hesabını sormak için, ya da ölümünün kanıtını ispatını göreyim yasını tutmak için! Eğer ki ölmüşsen, başına bir taş dikeceğim bir mezarın olsun…
Bölge’nin, Karakol’un, Merkez’in kapısına geldiğinde, artık nöbetçiler kötü davranmıyordu ona. İlk zamanlar çok tartaklanmış, kapı dışına konmuş, kovalanmış, kovulmuş, küfür yemişse de artık dokunulmazlık kazanmıştı: Başka bir evrenden, belki de ölümün ülkesinden gelmiş, inlere cinlere karışmış bir ruh karşısında duyulan, saygıdan çok korkudan kaynaklanan, iyi saatte olsunlar dokunulmazlığı… “Oğlum burada mı, niye tutarsınız onu?” diye sorduğunda, kapıdaki nöbetçiler kendi işlemedikleri suçun ağırlığıyla yüklü bir sesle, “Burada yoktur Ana, buradan çıkalı yıllar olmuş,” diyorlardı. “Sağ mıydı çıkarken?” sorusuna değişmez cevap: “Sapasağlamdı,” oluyordu.
O zaman, Kayıp Oğulun Anası, ardı sıra yürüyen uyuz karabaş köpekle birlikte köprülere, göletlere, derelere, nehirlere, tarlalara, kırlara doğru giden yollara vuruyordu kendini. Yanında uyuz köpeğiyle köprülerde durup saatlerce sulara bakıyordu. Sulama kanallarına, göletlere, kuyulara eğilip karanlık suların aynasında oğlunun aksini arıyordu. Tarlalardan, ıssız kırlardan yana yürüyorlardı sonra. Köpek önden koşuyor, bazen toprağı eşeleyip bir kemik parçası, bir hayvan ölüsü çıkarıyor, bazen burnunu yollara dayayıp iz sürüyor, bazen dili bir karış dışarda bir koşu tutturuyor, uzaklaşıyor, sonra hoplaya zıplaya Ana’nın yanına geri dönüyordu.
Tarlalar ilkbaharda yeşeriyor, yaz sonunda hasat başlıyor, sonbaharda çamura bulanıyor, kış gelince karla kaplanıyordu. Doğa ve yaşam, ezeli ebedi döngüsünü tekrarlayıp duruyordu umudu ve umutsuzluğu sarmaş dolaş taşıyarak.
İlkbahar, yaz, sonbahar, kış; Ana yaylalardan inen çobanların, uzak şehirlerden gelen yolcuların, çatışmaya giden askerlerin yolunu kesiyor, oğlunu soruyordu. Bilmiyoruz, diyorlardı da Ana’nın yüzündeki benzersiz keder bir daha unutmamacasına yüreklerine belleklerine kazınıyordu. Bir de yaşlı uyuz köpeğin bakışlarındaki buğulu hüzün…Yüreği kararmış, vicdanı tortu bağlamış olanlar bile, gün geliyor, olmadık bir anda, olmadık bir yerde Ana’nın ve köpeğinin, yalvaran mı, suçlayan mı anlayamadıkları bakışlarıyla karşılaşıyor, onlardan değil de kendilerinden kaçacak delik arıyorlardı.
Ona rastlayan herkes, gittiği her yerde, oğlunu arayan köpekli kadını anlatıyordu. Ana’nın ağızdan ağıza, kulaktan kulağa yayılan hikâyesi, zamanla Oğlunu Arayan Köpekli Ana efsanesine dönüştü; dar zamanları, dar mekânları aşıp masallar dünyasına karıştı.
Kış gelip günler iyiden iyiye kısaldığında -ki dağların gölgesi geceyi çabuk getirirdi- Ana, erken bastıran karanlıktan yılmaz, köpeğin koruyucu kollayıcı yoldaşlığında kuytularda koyaklarda oğlunun izini aramayı sürdürürdü. İşte günün en kısa, gecenin en uzun olduğu o gün de, alacakaranlık erkenden bastırdığında, evin yolunu tutacağına, o mevsimde, o saatte büsbütün tenhalaşan kuş uçmaz kervan geçmez tekinsiz kır yollarına attı kendini. Bu defa köpek isteksizdi; birkaç kez uzun hırkasının eteklerinden, başından doladığı eski yün ihramın uçlarından çekiştirdi yaşlı kadını, hadi eve dönelim, dercesine. Gidelim, dedi Ana, dönersek büsbütün yitiririz onu.
Yolun iki yanında yapayalnız, ıssız uzanan taşlı tarlalar ince bir kar tabakasıyla kaplıydı. Tepsiye yayılmış mercimeğin üstüne un dökülmüş gibi, diye geçirdi içinden. Mercimek çorbasını nasıl da sevdiğini hatırladı oğulun. Baharda cılız otlar, kardelenler, yonca çiçekleri biterdi bu tarlalarda. Eskiden, çok uzaklarda kalmış o bolluk ve barış günlerinde, yemyeşil buğday başakları altın sarısına döndüğünde, burçaklar yolunup tınazlandığında hasadı kutlarlardı. Şimdilerde bu topraklar ekip biçilmiyordu artık, Büyük İşletme ile Bölge buraya taşındığından beri yasaktı bu toprakları işlemek.
“Bir zamanlar, millet ekip biçmek için, hasat için, eğlenmek, nefeslenmek için akın akın gelirdi buralara Karabaş; ama işe bak, o zamanlar yol yoktu, toprak bir patika vardı sadece, o da kar yağmur olduğunda balçığa dönüşür, yol iz kalmazdı. Şimdi asfalt yol yapmışlar, ama işe bak, geçeni yok. Zırhlı araçlar geçiyor bir tek, bir de Büyük İşletme’nin tankerleri. Yine de söylenmemek gerek, işletme ile askeriye olmasaydı bu yol hiç yapılmazdı.”
Karabaş, Ana’nın söyledikleriyle ilgilenmedi. Belki de Ana içinden geçirmişti sadece, karanlıkta konuşmanın tekin olmadığını düşünerek.
Ölüsünden dirisinden haber almak için yollara düştüğü oğul, İşletme ilk kurulduğunda, kısa bir süre orada çalışmıştı. İş ağırdı ama çocuk memnundu, eli ekmek tutuyordu, işçi olduğuna gururluydu, sevdiği kızla düğün dernek hayali kuruyordu. Sonra bir yıla varmamış, oğlana bir haller gelmişti. İçine kapanmış, suskunlaşmıştı. Ana’nın “Oğlum, elalemin kızına da ayıp; kızı istedik, verici oldular, düğün hazırlıklarına başlasak,” yollu sözlerine, “Daha zamanı var ana, hele biraz kendimi toplayayım,” cevabı verir olmuştu. İşçiliğe yazıldı, eli biraz para gördü, biti kanlandı da kızı beğenmez mi oldu yoksa! Erkek gönlü bu, güvenilmez. “Kızın ailesine ayıp, kızı da rezil edersin ortada bırakırsan, namus meselesi de girer işin içine, aman oğlum, gözünü seveyim,” diye üsteledikçe, çocuk büsbütün pusuyor, “Herşey iyi olacak Ana, sabret,” demekle yetiniyordu. Vardı oğlanın bir sıkıntısı. Evlatlarından birinin yüreği daraldı mı, Ana o saat hissederdi. Göğsünün ortasına bir soğuk taş oturur, nefessiz kalırdı. Yine kuzularımdan birinin başı dertte, hangisi ola, ne ola, elim erer gücüm yeter mi derdini hafifletmeye!
Oğlanın işten çıkarıldığı gün de, o soğuk uğursuz taş -şeytan taşı- gelip yerleşmişti iki memesinin arasına. Ertesi gün oğlan servise yetişmek için sabahın köründe kalkmayınca önce hastalandı sanmış, gidip bakmıştı ki uyumuyor, gözleri öyle duvara dikili yatıp duruyor. “Geç kaldın hele, hasta neyin olma Oğul.” Gözleri hep öyle duvara dikili, “Git başımdan ana,” demişti, “artık işe gitmek yok, işten çıkardılar.”
Ha demek bundanmış sıkıntısı! “İşten çıkarılmışsan ölüm değildir ya. Dinlen bir zaman, sonra iş ararsın. Allah kimseyi aç bırakmaz, herkesin rızkını verir.”
Çocuk o zaman yüzünü anasından tarafa dönüp, “Bunca aç insan bir lokma ekmek için neden çöplükleri karıştırıyor, madem Allah herkesin rızkını veriyor da!” demişti yüzünde karanlık bir bulutla.
“Tövbe de, tövbe de. Vardır Allahın bir bildiği.”
Göğsündeki taş daha bir ağırlaşmıştı. Allah duymamıştır inşallah, duyduysan bile affet Allahım, çocuk çok efkârlı. Bu efkâr işten kovulma efkârı değil, başka bir şey. Sen her şeyi bilirsin Allahım, çocuğumun altın kalpli olduğunu, kalbinin duru sular kadar saf olduğunu bilirsin. Koru onu, bağışla onu.
Göğsündeki taş, o gün bugün terketmemişti Ana’yı, hafiflememişti bile.
Bir gece o adamlar kapıya gelip oğlanı dışarı çağırdıklarında, yine bilmiş gibi, “Dur hele abin baksın kapıya,” demişti de dinletememişti. “İşletmeden eski arkadaşlar gelmiş, ben onlarla çıkıyorum, biraz açılırım, merak etme,” deyip çıkmıştı. Telaşlı bir hali yoktu, adamları tanıyordu, arkadaşlarıydı besbelli. Belki de patronlar yumuşamış, belki yeni işçiye ihtiyaç olmuştu da, yarın sabah işinin başına dön demeye gelmişlerdi. Göğsünü dinledi, yüreğine danıştı; taş, yerinde duruyordu.
Ne o gece eve döndü ne de sonraki günlerde. Polise, jandarmaya, karakola, işletme müdürlüğüne, Bölge’ye bile sordular sordurttular. Dirisi olmasa da ölüsünden haber umdular. Yer yarılmış içine girmişti.
Sonra günler geçti, haftalar, aylar, yıllar geçti. Gidip de dönmeyenlerin ne ilki ne de sonuncusuydu; Ana da bunu biliyordu. Biliyordu ya; bilincini, belleğini kapadı. Daha önce kaybolanları, ıssız bir yolun kenarında elleri arkadan bağlı, ensesinden tek kurşunla vurulmuş bulunanları, bile isteye unuttu. Söylentilere kulaklarını, tesellilere yüreğini tıkadı. Ben bulurum oğlumu, dedi, dirisi olmasa da ölüsünü bulurum.
O gün kapıdan çıktığında uyuz bir karabaş takıldı arkasına. Hoşt, dedi, gitmedi. “Bir de seninle uğraşamam; görmeseydim iyiydi ama görünce, sevince doyurmam gerek seni, ne ki ekmek zaten az, doyuramam”, dedi. Köpek ayrılmadı peşinden, gelip ellerini yaladı. Hayvanın gözlerinde öylesine derin, yumuşak, yalvaran bir bakış vardı ki içine işledi. İstediğim ekmek değil senin kokun, senin sevgin, dermiş gibi geldi Ana’ya. Artık o mu köpeği, köpek mi onu, birbirlerini yoldaş edindiler. O gün bugün de ayrılmadılar. Oğlunu arayan meczup Ana, oğlunu arayan köpekli ana oldu dilden dile, kulaktan kulağa yayılan masalda.
Şimdi köpek arkada, Ana önde -oysa şehirden çıkıp da kır yollarına vurduklarında köpek hep önden koşturur, ara sıra durup ardına bakar, kadının geldiğini görünce yeniden koşturmaya başlardı-, çoğu bölümü kapanmış, yer yer yıkılıp harabeye dönmüş İşletme’ye doğru ıslak asfalt yolda yürürken, kaç yıl oldu, diye düşünüyordu, kaç yıl oldu bu yolları arşınlamaya başlayalı.
Akşam iniyordu, köpek ince sesler çıkararak mızıldanıyor, hadi dönelim artık, diyordu. Yaşlıydı, uyuzdu, mecalsizdi, köpek haliyle bile geceden korkuyordu. Ana aldırmadı, içindeki ses “Köpeğe kanma, yürü, Karabaş dönsün isterse, sen yürü” diyordu. “İşletmenin arkasına kadar gidecem ben,” dedi köpeğe, kesin bir sesle. Köpek yine mızıldandı, kadının hırkasının uzun eteklerini çekiştirdi ağzıyla, sonra baktı ki umut yok, her zamanki gibi Ana’nın önüne fırladı, pek istekli olmasa da, “Bari gidelim de bitsin bu iş!” dercesine koşmaya başladı.
İşletmenin şimdi kapatılıp terk edilmiş bölümünün bir zamanlar geçilmez olan kunt duvarlarının yıkıntılarının etrafından dolanıp, karlı balçık çamura bata çıka arka tarafa ulaştılar. Ana buralara daha önce de gelmişti ya, bu defa yarı karanlıkta, bildiğinden başka türlü göründü gözüne. Miskinliğini üstünden atıp birden cevvalleşmiş köpeği izledi. Ayakları ıslanmıştı, üşüyordu.
Mes-lastikleri eskiydi, delikti, korumuyordu. “Anacığım, sana ne lastik, ne takunya, ne plastik terlik dayanıyor”, diye şikâyet ediyordu kızı. Varsın söylene dursun! Daha çok yolum var, daha bitmedi, yeni lastikler alınmalı bana, diye düşündü Ana çamurlu tarlada bata çıka yürümeye çalışırken.
Köpek burnunu incecik kar örtüsüyle kaplı çamurlu toprağa dayamış, kuyruğunu bacakları arasına sıkıştırmış önden gidiyordu. Ne koku alacak ki! Dört bir yan balçık çamur, kar bütün izleri, bütün kokuları siler. İçine ilk kez korku girdi, oysa yıllardır korkuyu unuttuğunu sanmıştı. “Gel”, diye seslendi Karabaş’a, “Hadi dönelim, üşüdüm. Gel hele, yarın kasaptan kemik isterim sana, iyi adamdır, verir.” Köpek oralı olmadı. Ana durdu; gel, diye bağırdı bu defa emreden sert bir sesle. Köpek dönüp baktı, inler gibi kesik kesik havladı, yoluna devam etti. Kadın durduğu yerde öylece kaldı. İzlemezsem, dönüp gelir nasıl olsa, hep böyle yapar, biraz aksilenir, direnir, sonra koşturur yanıma. Bırakıp yalnız dönmeyi gözü yemiyordu, bekledi. Karanlık iyiden iyiye inmişti. Köpek uzaklaşmış olmalıydı ki, ne çamurda adımlarının sesi ne de kesik kesik soluğu duyuluyordu. Ana kendini ürkütücü bir yalnızlığın ortasında hissetti; etrafı dinledi, sadece sessizliği duydu. Öyle mutlak, anlatılmaz bir sessizlik ki, sanki ses geçirmez bir fanusun içindeydi.
Köpek koşarak döndü. Oh! Nihayet. Hadi gel bakalım kötü köpek seni! Hadi gel, gidiyoruz. Köpek uzun yoldaşlıkları boyunca hiç yapmadığı bir şey yaptı; Ana’ya bakıp dişlerini göstererek hırladı. Kadın korktu, bir adım geriye çekildi. Lanetli köpek, cehennemin kapısını bekleyen uğursuz hayvan… Birden o güne kadar hiç aklına gelmemiş bir soru takıldı Ana’nın kafasına. Kaç yaşında bu hayvan? On yılı aşkın böyle peşimde benim, onu bulduğumda da yaşlıydı, uyuzdu, çocuklar bu fazla yaşamaz demişlerdi ilk kez beslediklerinde. Ne kadar yaşar ki bir köpek! Köpek kılığına girmiş şeytanın ta kendisi mi yoksa? Yoksa Allahımın gücüne mi gitti kadere teslim olmamam, oğlumun canının peşine düşmem?
Hayvan gelip büyük yün örtüsünün eteğini dişledi, Ana’yı sürüklemeye başladı. Yüreği korku dolu, dizlerinin bağı çözülmüş, mes-lastiğinin teki patlayıp dağılmış; köpeği izledi. Bir yere götürmek istiyor beni, direnmemeliyim. Benim köpeğimse, iyiliktendir; şeytansa, direnmenin faydası yok.
İşletmenin kapatılmış bölümünün arkasındaydılar. Köpek yeni açıldığı besbelli büyük bir çukurun kenarında durup, bir Ana’nın yüzüne bir çukura bakıp havladı. Sus, dedi kadın fısıltıyla, sus. Sonra çukura eğilip karanlıkta görmeye çalıştı. Derince bir çukurdu, içi artık dolu değildi. Gecenin karanlığında çamura bulanmış beyaz bez parçalarını ve fosforlu bir iç ışıkla aydınlanan dağılmış tek tük kemikleri fark etti. Çukurdan, zamanla uçmuş, fazla ağır olmayan bir leş kokusu yayılıyordu. Hayvan ölülerini, kurban artıklarını gömmek için fazla büyük, fazla özenle kazılmış bir çukurdu.
Kayıp oğlunu arayan Köpekli Ana, işte o zaman unutmak istediklerinin tümünü hatırladı, duymamak için kulaklarını tıkadıklarının tümünü duydu. Yalandır dediği, inanmak istemediği tüm söylentileri bir bir geçirdi aklından. Birileri çukuru aceleyle boşaltmıştı. İçindekilerin bulunacağından kuşkulanmış, korkmuş olmalıydılar. Oğlumun bildiği, bilip de karışmak bulaşmak istemediği buydu. Konuşacağından korkmuşlardı. Sonra…
Sonrasını düşünmemek için usunu bilincini kapadı Ana. Bir tek düşünce aklının uzak köşelerinde takılıp kaldı: Yerini artık bulamam. Nereye taşıdılar hepsini, onlarca ölüyü, oğlumu, oğullarımızı?… Artık iz süremem, yorgunum, çok yorgunum.
Uyuz karabaş köpek sakinleşmiş gibiydi, çukurun başına oturmuş, içine atlamayı gözünün kesip kesmeyeceğine bakıyordu. Ana köpeğinin hemen yanına, soğuk ıslak toprağa oturdu. Hayvanın sıcaklığını bedeninde duydu. Dizlerini örtsünün altında topladı. Eski bir ihramdan bozma geniş atkısını ikisini de sarıp sarmalayacak şekilde doladı. Köpeğin ılık nefesini yüzünde hissetti. Bu gece don yapacak diye düşündü, mutlu oldu. Ağır ağır uykuya daldı. Kayıp oğlunu elinden tutup Doğunun dağlarında mağaralarında fısıldanan “Oğlunu Arayan Köpekli Ana” söylencesine karıştı.
Ertesi gün sabaha karşı, son izleri yok edip işlerini bitirmeye gelenler Ana ile köpeğini birbirlerine sarılmış buldular. Yanlarına yaklaştıklarında köpek vahşi bir kurt gibi hırlayarak yüzleri kar maskeli adamların üzerine atıldı. Biri, tek kurşunda bitirdi işini Karabaş’ın. Ana’ya kurşun gerekmedi; bedeni kaskatıydı, donmuştu. Çukurun içindeki bez parçaları ve kemiklerle birlikte Ana’yı da, Karabaş’ı da çöp kamyonunun arkasına attılar.
Çöplüğün Generali, Oya Baydar
Can Yayınları, 4. Basım. S.112-121