Hayat, yerine göre kullandığımız, siyah-beyaz, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi kavramlardan ya da makine diliyle 1 ve 0’dan ibaret değil. Tam tersine, bir ucunda siyahın diğer ucunda beyazın bulunduğu bir Venedik Gondolu’nda yaşanıyor ki, o siyah ve beyazın arasında binlerce ve hatta milyonlarca ton var. Aynen 0 ile 1 arasında sonsuz sayı olduğu gibi. Dünya üzerindeki yaşayan her canlının o tonlardan birine tutunup hayatına devam ettiğini ve bazen tonlar arasında geçtiğini, hatta kendisi için tanımlanan süreyi tek bir tonda yaşayarak bitirdiğini de gözlemliyoruz. Burada duruyorum. “E baba, artık sadete gel” dediğini duyar gibiyim oğlum.

Annenle beraber senin için bir yaşam klavuzu oluşturuyoruz, yazılı olmayan. Bir anlamda “cıss”lar listesi ya da diğer bir ifadeyle “seçilebilecek olası tonları” senin adına seçmeye çalışıyoruz. İtiraf etmeliyim, seni tanıdığımızı, daha doğrusu doğumundan önceki hayatından bu hayata neler getirdiğini tam olarak bilmeden, anlamadan bunu yapıyoruz. Misafirliğe gittiğimizde, kenarda sessiz duruşunu mizacına, ya da güncel tanımıyla nörogenetik snaps’lerinin kendi aralarında kurduğu ilişki sonucu seni sen yapan ilk duruma bağlıyoruz.

Sen, mizacının üzerine oturtacağın karakterini şekillendirirken dış dünyayla kurduğun iletişime (bu dönemde sadece annen, baban, henüz 7 aylık olan kardeşin, komşumuzun oğlu arkadaşın Melih’le ya da teyzenin oğlu Kuzey’le..) bağımlısın ki bu iletişim kanalları ömür boyu sürecek, gelişecek, ve her kurduğun temas sana seni anlatacak. Bunun için zaman var. Asıl konumuza yani annenle benim, senin üzerindeki “tonlar çatışması”na dönelim. Sen, 0 ile 1 arasındaki sonsuz sayıdan birini seçerken, bizden destek bekliyorsun. Bu desteği beklediğini biliyorum. Sana iyi ile kötüyü öğretmeye çalışırken aslında kendimizi de dayattığımızın farkındayız. Akşamları işten çıkıp eve geldiğimde, çantamı, o ağır çantamı, çeke çeke salona getirip içindeki iPad’i çıkarma çabalarını hoş bir tebessümle izlerken, annenin “iPad’i verme çocuğa” seslenişi altında göz göze geldiğimiz anları hatırla. Yasak olan meyveyi, ortak bir işbirliği içinde yeme planımızın, annenin o tiz sesiyle bozuluşu karşısında senin, itaati öğrendiğini ve usulca koltuğa geçip ortalıkta bulunan kırmızı arabanla oynar gibi yaparak durumu idare etme çabalarını gördükçe, tonlarımızın uçuşup bir polen gibi senin tonunla karıştığını da hissediyorum.

Öğrenmen gereken ilk şey itaatti ve itaat asırlardır süregelen ve insanlığa, ödüle en yakın olduğu anı hissettiren temel dürtüydü. Sadece insanlığa mı? Hani, yemek yerken çöp konteynerinin etrafında dolaşan köpeklere bakıyorduk ya, işte onlarda o sokakta dolaşabilme özgürlüğünü kazanabilmek için öğrendikleri ilk şeydi itaat. Gücünün yetmediği her şeye itaat etmek zorundaydı o köpekler. Yolun ortasında üzerine doğru gelen o soğuk makineden, senin deyiminle doyoda’dan ilk kaçışı öğrenmeleri, itaatin bir parçasıydı. İtaat, senin adını koymadığın ve kurulmasında hiçbir katkın olmayan bir yapıda bulunabilme özgürlüğü için gereken ilk emirdi.

Henüz çok küçüksün. Öğrendiğin onlarca şey oldu ama halen öğrenmediğin bir şey var.

“Neden?”.

Daha hiç sormadın bu soruyu farkında mısın? Sana getirdiğimiz açıklamaların hiçbirine, bugüne kadar “Neden?” sorusuyla karşılık vermedin. Sebebi ise, sana tanımladığımız iç dünya, bu tarz bir sorgulama yapman için henüz erken bir dönemi temsil ediyor. Öğreniyorsun. Öğrenmeye devam ediyorsun. “Balıklar ne yapar?” sorusuna bazen “yüzer” diyorsun, bazen “Ne yapar?” sorusuyla karşılık veriyorsun. Daha “Balıklar neden yüzer?” diye sormadın. Yüzüyor olmalarını bilmek yetiyor belki şimdilik. Yarın bunu da öğreneceksin. Bu noktada “Neden?” sorusunun insanlara yansıyan gelişimine bakmak gerekiyor. Çocukluğunun belli bir döneminde “Neden?” sorusunu soracaksın. Bununla birlikte büyüyünce artık bu soruyu sormayacaksın. Herşeyi öğrendiğin için mi? Hayır.

Merak denen duygu, yaşadığın kültürel ve sosyal ortamda aşınacak ve ezilecek de ondan. Bir süre sonra sen de diğer bütün insanlar gibi o soruyu artık sormayacaksın. Soranlardan olmanı dilerim. Bir baba olarak, senin bu soruyu sormanın bedelini ödemeni ister miyim? Bu soru da bana zor açıkçası. Geleceğine dair çizdiğim tek bir kariyer varsa o da iyi bir insan olman. İyi bir insan olursan, o soruyu da içinde yaşatırsın, ve içinde yaşattıkça da iyi bir insan olursun.

Tonların çatışmasından bahsediyordum. Senin gelişimin için annen ve baban olarak her zaman iyi olanı istiyoruz, iyi olanın ne olduğunu açıkçası tam olarak bilmeden. “İyi” olan bile farklı tonların gazabına uğramış durumda. Bize öğretilen “iyi” ile, ortalıkta dolaşan sahipsiz “iyi” arasında yapabileceğimiz, bütün “iyi”leri aynı potada sana sunabilmekten başka birşey değil. Unutmadan, bir de “kötü” var. İyi ile kötünün kavgası da ayrı bir başlık. Hayatın boyunca iyi ile kötünün birbirleri içine geçerek yaşayıp gittiklerini göreceksin. İyinin de kötünün de bir yansıma durumu olduğunu, bir tarif biçimi olduklarını ve ortak algının, ortak kabulün ürettiği değerler olduklarını göreceksin.

Yaşayıp gideceksin… Yaşadığının farkında olman tek dileğimdir. Sana miras olarak hüzünlerimi, kaygılarımı ve düşe kalka ilerleyen yaşama sevincimi bırakıyorum.