Coğrafyam hep kötüydü. Güneşin doğuşunu apaçık görmesem, nerenin doğu olduğunu şu dakika bile anlayamam. Ama yıllar yılı ezberimde “keşişleme”yi tuttum. Çünkü güneydoğudan esen rüzgârın adıydı. Fıstıkçı Şahap gibi bir ezber yöntemiydi bana göre ama yıllar içinde bu kadar masum olmadığını anladım. Aslında sağlıklı da diyebilirdim masum yerine.

Şu oturduğum yerin kerteriziyle kuzey ne yana düşer, bilmiyorum. Ama içinde yaşadığım ve adlı adınca coğrafi bir referans olarak bile söylemenin büyük suç sayıldığı memleketin kaç meridyenden oluştuğunu bir şiirden öğrendim. Selim Temo’nun “On bir meridyende sürgün, keder ve ibrişim” şiirinden. Söylemeye hacet yok, elbette “ibrişim” kelimesinin manasını da.

“Kuzeye esmek iyidir” Selim Temo’nun Türkçeye veda ettiği “Jübile” şiirinin sondan bir önceki dizesi. Şu yazdığım dilde söylediği sondan bir önceki dize yani. Şu yazdığım dile, anadili olan Kürtçeden tercümeler yaptı Temo. Anadilinde yazan ve sadece bu ısrarının olağanüstü politik sayıldığı Mehmed Uzun’dan. Bu tercüme faaliyetinin kendisi de aynı muameleyi gördü, yıllarca. Önce ilk tercümanı Muhsin Kızılkaya, sonra Selim Temo benden çok daha iyi anlatır olan biteni. Ben başka bir şey söylemek istiyorum. Bundan sonra söyleyeceklerimin içinde coğrafya yok, uğultu var.

Birinci uğultu: Belediye’nin altındaki kırtasiyenin içi çok güzel kokuyor. Önce o koku için, sonra kalemler için, defterler ve kitaplar için, nihayet en son oradan bazı dergileri gazeteleri almak için gidiyorum Siraç Ağabey’in yanına. Bir gün “Artık vaktin geldi senin, al bakayım” deyip gazete uzatıyor. Kulağım yanıyor heyecandan. Kürtçe, üstelik Latin harfli. Heceleyerek söküyorum aynı gece. Anadilimde okuduğum ilk matbu şeyin bir fıkra oluşuna şimdi şaka olarak bakabiliyorum. O zamanlar kederlenmiştim.

İkinci uğultu: Mersin’de evrensel uzlaşıyla saçma sayılabilecek bir saatte tantuni yemeye gidiyoruz. Beni misafir eden arkadaşlar memleketin en namlı tantunicisi olduğunu söylüyorlar oranın. Doğru da çıkıyor. Evrensel uzlaşıyla dünyanın en güzel tantunisine gömülüyoruz. Karşı duvara asılı fotoğraflar var. Oraya gelmiş şöhretlilerin fotoğrafları olduğu apaçık. Aralarından biri dikkatimi çekiyor. Mütebessim bir çehre. Vizöre bile sevgiyle bakabilen bir sima. Çok tanıdık. O güne dek Türkiye’ye geldiğine bile ihtimal vermediğim Mehmed Uzun. Mersin’de, tantuni yemiş şu masalardan birinde. Aklım çıkıyor, bir tek muhatap bulamıyorum ki öğreneyim ne zaman çekilmiş o fotoğraf. O an “Acaba görebilir miyim ki?” sorusu somutlaşıyor ilk defa. Ben Mehmed Uzun’u dünya gözüyle hiç göremiyorum.

Üçüncü uğultu: “Ronî Mîna Evînê Tarî Mîna Mirinê” çıkmış. Kitabı gördüğüm gibi alıyorum ve elim hemen künyesine gidiyor. Yayınevinin “Çağdaş Dünya Edebiyatı” serisinden çıkmış, görüyorum. Saçma bir övünmek ve mağruriyet hali. Yanımdaki arkadaşıma gösterip tercüme ediyorum künyeyi. Garipsiyor mu, ilgilenmiyor mu emin olamıyorum. Sonra yıllar geçecek ve Mehmed Uzun’un ölüm haberini aldığında gözyaşlarıyla “‘Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık’ dünyanın en güzel kitap adı değil mi?” diye bir mektup yazacak. Sadece künyesini tercüme ettiğim ve ona gösterdiğim kitabın o olduğunu söyleyeceğim ve ikimiz de utanacağız. İlgilendiğimiz ve ilgilenmediğimiz şeyler için utanacağız, o esnada. Ben ona kitabın adını söylemeyecek kadar künyeyle ilgilenmiştim, o da künyeyle ilgilenmemi ciddiye almayarak kitabın adını bile merak etmemişti. Apê Uzun bunca erken ölmeseydi de biz bu mahcubiyetimizle yaşasaydık. Vakti gelir, o ânın saçmalığına birlikte gülerdik zaten. Biz, bir kere olsun Mehmed Uzun’la birlikte gülemedik.

Son uğultu: Selim Temo’yla uzun uzun Mehmed Uzun’u konuştuğum bir kara parçasında, Ankara’da ölüm haberi geliyor. Diyarbekir’den. Ben taziyesine gidemiyorum. Tezer Özlü, Ferit Edgü’ye “Yaşam ne kadar uzun Ferit” diyordu, değil mi?

“Çünkü kuzeye esmek iyidir

Çıkmak için bir masalın geçmiş kipinden”

Bütün keşişlemeler delirmiş gibi esiyor. O ülkeden.

BirGün