New York’ta yaşamak kendi tercihimiz. Çocuklarımız için iyi bir tecrübe olacağını düşündük. Şehirli çocuklar isteseler de istemeseler de kültürel açıdan daha ayrıcalıklı ve dünyaya açık oluyorlar. Yani bugüne kadar genellikle böyle düşünüyorduk. Fakat artık şehrin oğullarım için iyi bir yer olduğundan o kadar da emin değilim.
İngilizce öğretmeni olarak pek çok şehirde çalıştım. Özellikle ortaokul sınıflarında kız-erkek eşitsizliğinin çeşitli örneklerini gördüm. Kızlar hep daha iyi ve daha düzgün davranan öğrencilerdi. Yıllar sonra, şimdi bir ebeveyn olarak, üniversite snıflarında gördüklerim ise beni çok şaşırtıyor. Anlamaya çalışarak altı yaşımdaki oğluma bakıyorum.
Onunla yeterince zaman geçirebildiğim için şanslıyım. Arada bir onu sınıfında ya da okulda görüyorum. Okulundaki birinci sınıf basketbol takımına da koçluk yapıyorum. Aslında doktorum ve biraz da buna güvenerek bu yaş grubu çocuklara “pantolonlu sinekler” grubu diyorum. Durmak bilmeden hareket ediyorlar, onları bir an bile sabitlemek mümkün değil…
Şehirde yaşayan pantolonlu sineklerin durumları, banliyöde ve köylerde yaşayanlardan kötü görünüyor sanki. Niye mi böyle düşünüyorum? Bu yaştaki çocuklar, özellikle oğlanlar hareket etme ihtiyacındalar, hem de herkesten fazla. Koşup oynamalı, güreşmeli, zıplamalılar. Hareket özgürlüklerine mümkün olduğunca az sınır konmalı. Oysa yaşadıkları şehirlerde bunu yapamıyorlar.
Sınırlar okulda başlıyor. Aynı sınıfta en az 30 kişi. Bir kilimin üzerine oturup, öylece öğretmenlerini dinlemek zorundalar. Sessiz durmak zorundalar. Haftada yalnızca bir kez beden eğitimi dersleri var. Çok az okulda öğle yemeğinden sonra uyku saati uygulaması söz konusu. Okuldan sonra ise okul bahçesinde geçirebildikleri birkaç dakika. Bu yüzden okulda paydos zili çaldığında o çocuklar çılgınca atıyorlar kendilerini sokağa. Yüzlerce çocuk bir anda olanca enerjileriyle ne yapacaklarını bilemez halde dışarda buluyor kendini, yine kısacık birkaç dakika için.
Eşim, oğlumuzun okuluna yakın bir başka okulda çalışıyor. Onun okulunda işler daha da kötü. Çünkü daha kalabalık. Bu durum hem sınıflara hem okul bahçesine hem de civardaki parklara yansıyor. Oğlumun enerjisinin tamamını tüketemediğine bizzat şahit oluyorum.
Yaşadığımız apartman dairesi dört kişilik ailemiz için çok küçük. İki çocuğumuz, üç yatakodamız var, ama yaşam alanımız sınırlı. Çocuklara ayırabildiğimiz bir odamız var. Alt katta komşularımız var. Onları her an rahatsız etme şansına sahip değiliz. O yüzden sürekli “zıplamasana çocuğum” diye tekrarlayıp duruyoruz. Tanıdığımız bir sürü insan gibi biz de çocukların rahatça oynayabileceği bir bahçe düşlüyoruz. Hafta sonları parklara gitmek yeterli olmuyor çünkü.
Şehirde yaşayan aileler için bir çok fırsattan sözedilebilir. Ama çoğunun kendince sorunları da var. Mesela okul bahçeleri hafta sonları kapalı. Parklara beton dökülmüş durumda. Küçük oyun alanları genellikle çok kalabalık. Büyük parklar ise çocuklar için bir tüketim tuzağına dönüştü çoktandır. Küçücük bir çocukla oralara gitmek bazen bir servete ya da sinirlerinize mal olabiliyor. Etrafta çocuğunuzu serbestçe dolaştırabileceğiniz çok az seçenek var aslında. Sokakta tek başına bırakamıyorsunuz, çünkü artık şoförlere ve hatta yoldan geçen yayalara güvenip güvenemeyeceğinizi bilmiyorsunuz.
Kısaca söylemek istediğim, şehir çocuklar için uygun bir yer değil gibi görünüyor artık. Bu pantolonlu sinekler daha geniş hareket alanlarına ihtiyaç duyuyorlar.
Kaynak: Andrew Cotto*, Motherlode
* The Domino Effect ve Outerborough Blues: A Brooklyn Mystery adlı kitapların ödüllü yazarı.