Uzunçorap’a yazmaya başladığımdan beri, çocukluk meselesine duyduğum ilgi yalnızca iki çocuğun annesi olmamdan kaynaklanmıyor artık.
Yakın bir zamana kadar bu alanda okuduğum kitaplar daha çok bebek bakımı, çocuk psikolojisi ve çocuklarla iletişim gibi konularla sınırlıydı. Oysa şimdilerde, hem ‘çocuk’ kavramına hem de ‘çocukluk’ meselesine toplumsal birer olgu olarak yaklaşan sosyal bilim çalışmaları daha fazla ilgimi çeker oldu.
Jonn Wall’un Ethics in Light of Childhood‘u, Philippe Ariès’in Centuries of Childhood‘u, Bekir Onur’un Çocuk, Tarih ve Toplum‘u ve Sue Palmer’ın Zehirlenen Çocukluk‘u son dönemde okumaktan çok keyif aldığım çalışmalar. Ortak özellikleri çocukluk kavramının durumsallığına ve tarihselliğine vurgu yapmaları.
Bu şu demek: anne babalar olarak bizim çocuk yetiştirme davranışlarımız, içinde yaşadığımız tarihsel dönemin ekonomik, politik, sosyal ve kültürel bağlamı içinde şekilleniyor. Çocuklarımızın davranışları da öyle. Yani toplumsal değişim her türlü toplumsal yapıyı ve toplumsal alanı şekillendirdiği gibi, bir toplumsal alan olarak çocukluğu da şekillendirmekle kalmıyor, ebeveyn ve çocuk olma hallerini de değiştirip dönüştürüyor. Tabii bu değişen çocuk olma halleri uzun vadede genç ve yetişkin olma hallerini de belirliyor.
Özellikle Sue Palmer’ın Zehirlenen Çocukluk adlı kitabı, çocuk yetiştiren veya bu meselelere ilgi duyan herkes için gerçekten son derece ufuk açıcı ve benim de bir anne olarak kendime dışarıdan bakmamı sağlayan bir çalışma. İlerleyen haftalarda bu kitabın ve okuduğum diğer kitapların içeriklerinden yola çıkarak pek çok detay paylaşacağım. Bu yazıda ise özellikle dikkatimi çeken bir paragrafı alıntılamak ve şimdilik yalnızca onun üzerine düşünmekle yetineceğim.
Şöyle diyor Palmer: “Çocuklarımız serbestçe yaşamanın tadını çıkarmaktan ziyade gitgide dünyadan kopuk durumda kafeste yetişen çocuklara dönüşüyorlar. (…) Anne babaların, mantık dışı endişelerini kafalarından atmaya ve çocuklarıyla birlikte vakit geçirmek yoluyla (…) daha fazla bağımsızlık edinebilmeleri için gereken hayat becerilerini kazandırmaya çalışmaları gerekir.”
Neden özellikle bu paragrafı alıntıladım? Bu paragrafı okumamın üzerinden 24 saat geçmemişti ki Olga Ünaydın Azizoğlu’un, Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği doktora öğrencisi ve araştırma görevlisi bir gencin geçtiğimiz Aralık ayında intihar etmesini konu eden “Son sınav günü gelmeden önce…” başlıklı yazısına denk geldim. O yazıda konuyla ilgili görüşüne yer verilen psikolog Prof. Dr. Güler Okman Fişek şöyle diyordu:
“Çocuklar üniversiteye geldiklerinde bir şaşkınlık yaşıyor. O güne kadar ailelerinin koruması altında olan çocuklar hele bir de yurtta kalmaya başlamışlarsa bu şaşkınlıkları katlanarak artıyor. Bu çocuklar 20 yaşına gelmiş ama çoğu daha kendisine sahip çıkacak durumda değil, 13 yaşında gibi davranıyor. Belki ana babalar nasıl çocuk yetiştireceklerini çok iyi bilemiyor. (…) Çocuğu başıboş bırakmakla çok sıkmak arasında yalpalıyorlar. Çocukları belli bir iyi niyetle, bir korumacılıkla bir yere kadar getiriyorlar ama ondan sonra çocuk dünyasını şaşırıyor.”
Demek ki bu ‘daima koruyan ebeveyn’ ve ‘daima korunan çocuk’ olma hali bir toplumsal durum olarak dikkat çekici bir sorun haline gelmeye ve başka sorunları açıklamak için üzerinde durulan bir mesele olmaya başlamış. Hiç şüphe yok ki bu meselenin ekonomik, politik, sosyal ve kültürel pek çok sebebi var.
Palmer’ın ve Fişek’in yukarıda alıntıladığım paragrafları kendi ayakları üzerinde durmayı başaramayan, kendi sorunlarıyla baş edip bu sorunların altından kendi başına kalkmayı beceremeyen, endişeli ebeveynlerinin korumacı kanatlarının altından ayrılınca adeta boşluğa düşüp yere çakılan çocuklara işaret ediyor. Anlamamız gereken şu ki sorun yalnızca o çocukların kendilerinde ya da onları bu hale getiren ailelerinde değil. Sorun içinde yaşadığımız dönemin şekillendirdiği ebeveyn ve çocuk olma hallerinde. Korkarım ki bugünün çocukları büyüyüp genç olduklarında durum daha da vahim olacak. Neden mi?
Nedenini kendi deneyimimle anlatmaya çalışayım. Henüz kızıma hamile iken, yani bundan tam dört yıl önce korkutulmaya başladım. Hamilelik ve annelik dergilerini okurken başladı bu korkutulma hali. Örneğin okuduğum yazılardan birinde yazar, doğumdan sonra bebekle hastaneden eve dönerken trafik kazası yapma ihtimalinin ne kadar yüksek olduğuna ikna etmeye çalışıyordu bir anne adayı olarak beni. Bu ihtimalden öyle çok korkmalıydım ki bir sonraki sayfada yer alan ana kucağı-oto koltuğu reklamından etkilenip hemen o marka bir ürünü satın almalıydım.
Evet farkındaydım, bunun bir pazarlama taktiği olduğunun çok farkındaydım, yine de riske atamazdım. O ana kucağını aldım. O günden beri korkutulmaya devam ediyorum ve hiç birşeyi riske atmak istemiyorum. Küresel ısınmadan, güneşten korkuyorum. Katkı maddelerinden, gıda endüstrisinden korkuyorum. Çocuklarımla evdeyken, arabadayken, yoldayken, sokaktayken, sahildeyken, parktayken her an tedirginim. Tedirginliğimi azaltmak için en güvenli ürünleri kullandığımdan emin olmalıyım. İşte örneğin bu durum, pazarlama stratejilerinin, tüketim kültürünün ve elbette kapitalizmin şekillendirdiği bir tedirgin ebeveynlik hali.
Öte yandan acımasız insanlardan korkuyorum. Emniyet ve güvenlik meseleleri hep aklımın bir köşesinde duruyor. Çok endişeliyim. Güvenlikli bir sitede yaşamadığım için endişem katlanıyor zaman zaman. George Gerbner’ın “acımasız dünya sendromu” teorisini öğrencilerime defalarca anlatmış olmama rağmen korkuyorum. Bu teoriye göre, yaşadığımız yakın çevrede şiddet vakaları çok az görülse, hatta hiç görülmese dahi, örneğin televizyon haberlerinde gördüğümüz kazalardan, şiddet olaylarından, hırsızlık olaylarından, cinayet olaylarından etkilenip sürekli bir güvenlik endişesi taşımaya başladığımızı yıllardır örneklerle anlatıyorum. Televiyonda gerçekten çok fazla cinayet, tecavüz ve şiddet hikayesi izliyorum. Acımasız bir dünyada, en çok da acımasız erkeklerin çok olduğu acımasız bir ülkede yaşadığımız için korkuyorum. Bu korkunun ve endişelerin kaynağında elbette kültürel ve sınıfsal sebepler yatıyor, biliyorum. Yine de korkuyorum.
İlkokul çağına geldiklerinde dahi çocuklarımı yaşadığımız apartmanın küçücük bahçesine kendi başlarına oynamaya gönderebileceğimi sanmıyorum. Hem acımasız insanlardan, hem de olası kazalardan korkuyorum. Ne kadar büyüseler de yanlarında ben ya da babaları olmadan onları semtimizdeki parka tek başına gönderebileceğimi düşünemiyorum. Orta okul – lise çağına geldiklerinde İstanbul’u terk edip daha küçük bir şehre taşınma fikri şimdiden aklımın bir köşesinde duruyor çünkü bu şehir özellikle o yaştaki gençler için tekinsiz görünüyor gözüme.
Korumacılıkta aşırıya kaçmamak gerektiğini anlamış olmama rağmen, anne olma halimin içinde yaşadığım tarihsel dönemin ekonomik, politik, sosyal ve kültürel bağlamı içinde şekillendiğini yadsıyamıyorum. İçimi kemirip duran korkuyla başa çıkmanın tek yolunun mantık dışı endişelerimi kafamdan atmak ve daha fazla bağımsızlık edinebilmeleri için gereken hayat becerilerini çocuklarıma kazandırmak olduğunu çok iyi anlıyorum. Sorunun farkına varıp çözüm yolunu kavrıyorum. Gel gör ki artık hangi endişelerimin mantıklı, hangilerinin mantık dışı olduğunu ayırd etmekte bir hayli zorlanıyorum. Bir anne olarak devletten ve devletin kolluk kuvvetlerinden bile korkuyorum. Çocuklarımın serbestçe yaşamanın tadını çıkarabilmeleri için kendimi nasıl dizginleyebileceğimi, korumacılığın makul sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini anlamaya, yolumu el yordamıyla bulmaya çalışıyorum.