Hayatımda aldığım en kolay karar herhalde anne olmaktı. Kendimi bildim bileli anne olmak istedim. Daha üniversitede okurken, hani o en sorumsuz, en özgür zamanlarımda bile yanımdan geçen bebekli bir kadına hayran hayran baktım, çoğu zaman bir bebeği görmek bile benim kocaman gülümsememi sağlıyordu ki, bu durum arkadaş ortamlarında dalga konusu bile yapılmaya başlanmıştı. “Kız siyasalda okuyor ama aklı fikri anne olmak, ahahaha…”
Ama hiçbir zaman inanmadım anne olmanın kadınlar için olmazsa olmaz olduğuna… Hani öyle içgüdüsel olup, her kadının günün birinde mutlaka anne olmayı isteyeceğine… Benim halim bana özeldi bana kalırsa. Sanki bir bebekle tam olacağımı hissediyordum. Çoğu insan içinde farkında olduğu ya da olmadığı bir sıkıntı yaşar ya, hani bir boşluk hissi, bir şeylerin eksikliği… Kimisi için –sanırım büyük çoğunluk için- bu genellikle sevilmek olur. Benim içinse sevmek idi. Kendimi adayarak, hiçbir karşılık beklemeksizin, tutkuyla, aşkla, vazgeçemeyecek, onun için her şeyi yapabilecek kadar sevmek. Ben anne olursam tamamlanacak, içimdeki bu coşkun sevgiyi onunla boşaltabilecektim.
Nihayet kocamı ikna edip –evet, bizde ikna edilmesi gereken koca oldu- anne olduğumda, hiç öyle hele bir şu kritik ayları atlatayım, iyice kesinleşsin de ondan sonra söylerim aileme, eşe dosta demedim. Bazıları babasına, iş arkadaşlarına falan söylemekten de çekinir ya, benim içinse söylememek imkânsızdı sanki. İlk önce babamı aradım, yılların askeri, komutanı, çocuklarını bile neredeyse askeri disiplin ne kadar izin vermişse o kadar sevebilmiş bir adamdı o.
“Baba… Dede olacaksın.”
“…”
“Dede oluyorsun komutan!”
“Tebrik ederim.”
Belli ki yanında arkadaşları vardı, sanki elin haberini alıyormuş gibiydi. Acaba nasıl bir dede olacak dedim, sevecekti elbette ama, acaba gösterebilecek miydi sevgisini? Baba adayının hamileliliğimin yaklaşık üçüncü ayında askere gitmesiyle, zorunlu olarak babaevine döndüm. Ve babamın dönüşümü de daha torunu karnımda iken başladı. O artık bir dedeydi. Kış hamilesiydim ve Ankara o yıl gerçekten iyi bir kış geçiriyordu, yerler buzluydu ve babacığım koca kızını işe giderken durağa kadar götürüp getiriyordu. Hatta yolda yanıma yaklaşan araba gördü mü başlıyordu söylenmeye…
“Hamile kadın var, dikkat etsene hırbo!”
Eşimin de yanımda olmamasından dolayı belki, ya da hamileliğimin ilk beş ayı “sabah, öğle, akşam kusmaları” ile geçtiğinden… Nihayet bir şeyler yiyebildiğimde ne yapıyor ediyor canım ne istiyorsa buluyor ve yediriyordu. O komutanın kalbi yavaş yavaş yumuşuyor muydu ne? Babamın iyi bir dede olacağı ise, bir akşam vakti, benimle birlikte 3D ultrason çeken bir klinik arayıp, “Efe’sini”, torununu o ete kemiğe bürünmüş, bir de bize gülerken gördüğü anda belli olmuştu.
O uzuuun hamilelik dönemi bitip, Efe’miz çıkış kapısına yaklaştığı anda, hastane odasında, yanımda en çok görmek istediğim kişi annemden sonra babamdı. Sanki onunla göz göze gelirsek, Efe onun orada olduğunu bilirse her şey daha kolay olacakmış gibi geldi. Ama bizim komutan, kızını “o hal”de görmeye dayanamamıştı. Nihayet sancılar bilmem kaçıncı saatine gelmesine rağmen inatçı Efe’miz çıkış kapısına yaklaşmadığı, doğum hakkında hiçbir şey okumamış, dinlememiş acemi anne daha fazla dayanamadığı (o da ayrı bir yazı olur ya) için sezaryene karar verildiğinde, evden koştura koştura çıkmış ama ameliyata alınmama yetişememişti. Hastane çantasına bebek çorabı koymadığımız, nasılsa emer düşüncesiyle yenidoğan biberonu almadığımız için eski komutan yeni dedenin ilk görevi 50’sinden sonra birkaç saatlik bebek için çorap ve biberon almak olmuştu. Daha bu yolun başıydı, dede artık hep oralarda bir yerlerde olması gerektiğini bilmiyordu henüz.
Yeni anne, her ne kadar anne olmayı kendisini bildiğinden beri istiyorsa da lohusalık depresyonuna girdiğinde, emzir-gaz çıkar-uyut sarmalı içinde bir bebeğin sevilmek dışında bir şeye ihtiyacının olmadığını unuttuğunda, hep orada olacak, iki taşıt değiştirip gelebildiği kızının evinde, o küçük canavarı hoplatıp zıplatacak, kış bebeği diye diye dört kat giydirip isilikten kıpkırmızı ettiğimiz oğlanı soyacak ferahlatıp rahatlatacaktı. Erkek çocukları gazlı olur kuralını hiç unutmayan torunu osuramadığı için bile ağlayan kızını köşeye çekip;
“Ben araştırdım okudum, şöyle masajlar varmış onları yapacaksın” diyerek beni şaşkınlıklar içinde de bırakacaktı.
Kızlarının hatıralarında oynadığı yegâne oyun eşekçilik olan, kendi odaları dışındaki odalara oyuncaklarını çıkartmalarına izin vermeyen, “seni seviyorum” cümlesini yüksek sesle söyleyememiş komutanın, kalbinin içindeki kapıların açılması için dede olması gerekiyormuş meğer. Kendimi tam hissetmem için bir bebeğim olmalı derken haksız değilmişim, ben anne olunca babam da daha bir baba oldu ve bendeki o boşluk hissi geçmeye başladı.
Şimdilerde torunu ne isterse oynuyor. Evinin düzenini baştan aşağıya ona uygun şekilde değiştirdi. Torunu tepesine de çıkıyor evet. Onu öylesine şımartarak seviyor ki çoğu zaman despot ve kuralcı olan kişi ben oluyorum. Böyle zamanlarda söylenmeye başladığımda, dede-torun bir olup birbirlerine laf ettirtmiyorlar. Bense evet, kuralları çiğnenen bir anne olsam da, babamın kendini böylesi sevgiye bırakışını büyük bir mutlulukla ve biraz da eğlenerek izliyorum.
“Koskoca komutana baksana, 3 yaşındaki veledin poposunu da mı silecekti?” dediğimde o da bana “Ne hallere düştük ya” dese de biliyorum ki, Efe onun vazgeçilmezi.
Efe’ye gelince eminim o da biliyor ki, bu futbol arkadaşı onun için her şeyi yapar. Evet evet, evde maç yapıyor bu haylazlar. Bir de dedesi çok gol atarsa lafı yapıştırıyor bizimkisi;
“Şu koca oğlana bak ya bana yetişiyor!”