İlkokulun üçüncü sınıfında başka bir okula gitmiştim. Yani iki buçuk sene bir okulda, iki buçuk sene öteki okulda okudum. Bu da kader gibi takip etti, okuduğum bütün okulları arada başka bir okul katarak okudum illa ki. Anadolu lisesi bahsi zaten bambaşka.
Neyse ki okulumun adı Hulusi Sayın falan değildi. Cumhuriyet İlkokulu’nda okudum. Mis gibi de bir öğretmenim vardı, Allah ömrünü uzun etsin. Yıllar sonra karlı bir Ankara sabahı kendisiyle bira içme deneyimini de yaşattı bana sağ olsun.
Kürt öğretmenimizin yanında zorlanmadık. Dağ köylerinden birindendi ikinci okulumdaki öğretmenim.
Ama ilki Türk’tü, Niğdeliydi, Kürtçe bilmiyordu, çok uzundu ve Beşiktaşlıydı.
Okula başlamadan evvel annem babam beni Türkçeye bir şekilde hazırlamıştı. Dahası, bizim aile Türkçeyle erken temas kurduğu için bir şekilde devlet tarafından imtiyazlar görmüş de bir aileydi. Eğitimli, toprak sahibi, vırt zırt. Bunların hiçbiri o zaman da umrum değildi, şimdi de değil.
Çekirdek ailemin tavırlarıyla ilgilendim. Halen annemle Kürtçe konuşuyorsam, bu sadece benim ısrarımla ilgili olmasa gerek.
Ali Abi’nin anlattığı bir şeyi hiç unutmam. Bir dağ köyünde, elektriksiz zamanlarda insanların (burayı “erkekler” olarak okumak gerekiyor aslında. Ne yazık ki) yegâne eğlencesi köy odasında toplaşıp kâğıt oynamak, kilam söylemek, bir şekilde edinmek mümkün olmuşsa radyo dinlemek. Akşam erken iner köylere çünkü. Hele dağ köylerine, çok erken iner. Köydeki kalabalıktan biri, askere gitmiştir. Askerdeyken öğrendiği tek bir Türkçe kelime vardı. O da “Şimdi!”
O şimdi’yi neden bildiğinin de bir hikâyesi vardı ama şimdi unuttum. Kâğıt oynuyorlar diyelim, dört kişiler, öteki üçü için Türkçe denen dil bir boş küme. Bizimki yenilince ya da birine canı sıkılınca parmağını havaya kaldırır ve “Şimdi!” dermiş. Sonra izle gümbürtüyü. Türkçe eşittir devlet, devlet eşittir zulüm olduğu için, bizim şimdici ne isterse yaparlarmış. Yıllarca sürmüş bu şimdi meselesi. Türkçe dünyanın hiçbir yerinde bu kadar imtiyazlı olmamıştır. Türkçe Olimpiyatları dahil.
Cumhuriyet İlkokulu’nda Türkçe bilenle, Türkçe bilmeyi dert etmeyen topluluk neredeyse eşitti. Babamların kuşağının ilkokulda Türkçeyle yaşadığı deneyim ile bizimkinin arasında bazı farklar var. Onların sadece okulda öğrenecekleri bir şey malum dil. Bizim çocukluğumuzda bu sadece’nin sınırları genişlemişti. Radyo, televizyon, çok yaygın olan gazeteler, dergiler, kitaplar derken nispeten gündelik hayatın içine karışmıştı Türkçe. Ben ikisini yan yana, eşzamanlı, ev ve sokağı çok ayırmadan öğrendim. Oyunların büyük kısmı Kürtçeydi ama mevzubahis Galatasaray’dan söz etmekse, bir anda Türkçeye çevirirdik dilimizi.
Neden bilmem, halen dahi Tugay Kerimoğlu’ndan, Uğur Tütüneker’den, Cüneyt Tanman’dan, Prekazi’den söz edeceksem sanki Türkçe dışında başka bir dilde yapamazmışım gibi geliyor. Süleyman’la ya da Ferat’la konuşurken de aynısı oluyor. Bilmediğimiz bir aksta, bir anda Türkçe konuşmaya başlıyor, sonra aynı anda Kürtçeye geri dönüyoruz. Burası mühim, Kürtçeye dönüyoruz. Nasıl ki ocak dönülen bir yerdir, “zimanê zikmakî” de öyle dönülen bir yer oluyor.
Demiştim evvelden; Kürtçe bir metinle ilk karşılaşmam “Roja Teze” isimli bir gazetede okuduğum küçücük bir fıkraydı. Latin harfliydi ve ben okuyup anladığımı gördüğümde çok sevinmiştim. Nasıl ikna olduysam, nasıl bilmiyorsam Latin harfleriyle Kürtçe bir şey göremeyeceğime ve okuyamayacağıma. Dünyanın büyük bir kıyağı gibi gelmişti.
Türkçe hep vardı ama asıl şaşkınlığım sanırım şuydu: İlkokul birinci sınıfa başladığımızda, bahsi geçen Niğdeli öğretmeni gördüğümde birinin Kürtçe bilmemesine çok şaşırmıştım. Tamam Türkçe bilecekti elbette, öğretmendi amenna. Ama bir insan nasıl Kürtçe bilmezdi? Televizyondakiler çok uzaktaydı o başka. Ama bu kadar yakın temasta bulunacağım, haftanın beş günü göreceğim bir insanın Kürtçe bilmiyor oluşunu çok garipsemiştim. Konu dil olduğunda, o hayret halen mevcut sanırım bende.
İkidilli büyümek bende travmatik sonuçlara falan yol açtı desem yalan olur. Bu bağlamda, yazmakla uğraşan biri olarak bu iki dilin yan yana oluşunu seviyorum bile denebilir. Cioran’ın Fransızcayla, Kafka’nın Almancayla kurduğu ilişkiden biraz daha başka bizim hadise. Onlarınki biraz tercih, biraz imkâna tutulmak (Gülten Akın’a selam ola) gibi geliyor bana.
İlla referans verirsem, Deleuze ve Guattari’nin “Kafka İçin Bir Minör Edebiyat”ını ve Ranajit Guha’nın “Dünya Tarihinin Sınırında Tarih”ini anabilirim. Cioran’ınki bambaşka. İnsanın anadiliyle ancak aşk mektupları yazabileceğini düşünüyor o. Fransızca bilmezse, o kadar şey yazamayacağını da ekliyor. Biz ise, daha çok mecburiyetten, büyük yasak silsilesinden ve bilmezlikten ilk gördüğümüz dile sarıldık. Tam da Cemal Süreya’nın dediği. Üvey anayı öz ana bellemek. Muktedirin dilini kendi dili gibi sevmek. Çoğumuzun travmayla öğrendiği bu dil, sonradan ona yuva da oldu. Yalan yok.
Türkçenin etimolojisini hakkını vererek dert eden en önemli isim Andreas Tietze. Bugünlerde cezaevine girmek üzere olan isim Sevan Nişanyan, yaşayan en mühim etimologlardan biri. Dillerin milliyet denen meseleyle ilişkisini büyütmek hastalıklıdır. Bırakalım, diller metinlerde, sokaklarda, kavgada ve aşkta kendine mecra bulsun. Gerisi laf.
Yani ki, “Şimdi!”siz nesiller gerekiyor bize. Kelimelerin korkulacak şeyler olmadığını idrak etmiş nesiller.