Bugün 12 Eylül.

Bugünde hayatı bir daha eskisi gibi olmayan yüz binlerce insan kadar kurdun kuşun çiçeğin böceğin de hakkı var. Biraz kasvetli olmak pahasına, unutmayalım için, işte çiçeklerin faşizmle imtihan tarihi…

“Dimdikti başları yiğit yoldaşların/ Gülen kızıl karanfiller içinde…”

Türkiye’de yaşayan herkes bilir, çiçek ideolojiktir. 12 Eylül önce memlekete sonra cezaevine gelmiş. Baskı üstüne baskı, nihayetinde “Yeter” dedirtecek, ölüm oruçları başlayacak. Şarkı o günlerden.

Türkiye’de bir siyasi tarih yazılsa ve çiçekler dışında kalsa, büyük haksızlık olur. Kızıl karanfillerin cenazelere eşlik ettiği, Kürtçe’nin ilk şarkılarının “Gulasor” namesiyle aklımıza kazındığı bir siyasi tarihten söz ediyoruz.

İlk söz Can Yücel’de. Koğuşta esrara yardım ve yataklık yaptığı zannıyla tutuklanan bir sardunya öyküsü anlatıyor. Henüz koğuşlarda sardunyaların bulunabildiği yıllar.

“İkindiyin saat beşte,

Başgardiyan Rıza başta

Karalar bastı koğuşa

İkindiyin saat beşte.

***

Seyre durduk tantanayı

Tutuklayıp sardunyayı

Attılar dikkapalıya

İkindiyin saat beşte.

***

Yataklık etmiş zaar

Suçu tevatür ve esrar,

Elbet bir kızıllığı var

İkindiyin saat beşte.

***

Dirlik düzenlik kurtulur,

Müdür koltuğa kurulur,

Çiçek demire vurulur

İkindiyin saat beşte.

***

Canların gözleri, yaşta,

Aklı idamlık yoldaşta,

Yeşil ölümle dalaşta

Sabahleyin saat beşte.”

“Karşıyaka’nın üç gülü” Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan idam edilecek, Hasan Hüseyin Korkmazgil hem onlara, hem Nurhak Dağları’nda öldürülen Sinan Cemgil’e ağlayacak:

“Canım oğul, o kıraç topraklarımın yabangülü, yiğidim

Sen ne zaman büyüdün de düştün yollara

Yolunu mavi kargalardan, toylardan sorar oldun?”

“Geldiklerinde otlar yemyeşil olan” insanlar sararıp solmuş, kış geçmiş, bir kış daha. Bir kış daha… Tam beş kış geçmiş. Yıl 1985. Yer Ankara, Mamak Cezaevi. Havalandırmaya bakan pencerelerden birinde ufacık bir ot filizlenmiş. Ne olduğunu kimse bilmiyor, muhtemelen yol kenarlarında bitenlerden. Jandarmalar eşliğinde yapılan koğuş aramasında Jandarma maharetiyle paramparça edilecek. O günlerde 23’ünü süren Hüseyin anlatsın:

“O otun koparılması o kadar içime dokundu ki… Ne soğuk mazgallarda beklediğimiz saatler, ne her gün yediğimiz dayaklar. Hiçbir şey o otu yolmaları kadar dokunmadı. Dedim ‘şuncacık ota tahammül edemeyen bize eder mi?’”

Cezaevleri kapalı kutu. Kimse haber alamıyor, alınan hiçbir haberden hayır gelmiyor. Anneler, aileler dışarıda “Ne yapalım?” diye düşünürken tek tip elbise dayatmasına karşı, açlık grevleri başlayacak. Oğlu Murat Cankoçak, Mamak’ta tutuklu Gülten Akın o günleri dışarıdan bir gözle anlattığı 42 gün kitabında şöyle anlatıyor:

“Soğuktu. Çoğumuzun sırtında ince giysiler. Çoğumuzun ayağında, eski, ıslağını içe geçiren pabuçlar. Her gün buralardaydık, yuvarlak, küçük parkta oturduk. Kovalıyorlardı bizi kapı önlerinden. Azarlıyor, itiyorlardı. Dövüşürdük kimileyin. Öfkeyle bağırırdık. Ama dayanamazdık, tutunamazdık fazlaca.”

O günlerde bir annenin, Semiha Aygün’ün imtihanı menekşeyle:

“Çocuğum içeride solarken, bir menekşem vardı. Ona o kadar iyi baktım ki, sanki ona bir şey olursa, Oğuz’a olacak gibi geldi. Oğuz açlık grevinden çıktı, çiçeğim öldü. Biri kurtulsun diye biri feda olmuş gibi…”

Son söz annesinin bir tanesi Kamber Ateş’te…

“Serçeler bile katılmalıdır bu davaya. Mamak’ta, bakıp yemek verdik diye yaralı serçenin kafasını koparmışlardı. Onlar bile şikayetçidir.”