İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali.

Bu isim hem iktidarın hem de Türkiye’nin İstanbul “tutkusu”nun hastalıklı tarafına dikkat çekmek için seçilmiş. Müstesna bir coğrafyaya ve tarihsel öyküye sahip olan İstanbul, çok uzun yıllardır hiç de müstesna bir biçimde yönetilmiyor.

Şehrin güzelliğine, tarihine meftun olanlar ondan bu güzelliği ve tarihi almak için elinden geleni yapıyor. Şu gördüğünüz de şehrin son demleri zaten. “Müstesna Şehir” kısmı böyle. “İstisna Hali” ise Agamben’in hegemonyanın kendini var etme koşullarına dair teorisinden kaynaklanıyor. Demiş oluyoruz ki bu müstesna şehir de siyasal iktidarın kendini var etmek için kullandığı istisnai araçlardan azade değil. Yani aslında hiç de çok özel, çok güzel, çok şahane bir şehirde yaşamıyoruz.

Ayşe Çavdar, Pelin Tan’la birlikte derledikleri ve kentsel dönüşümün 5N1K’sını anlatan İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali’ni anlatıyor.

Sunuş’ta “Şehrin, dünyanın en büyük şantiyesi görünümü kazanması tesadüf değil” diyorsunuz.

Tesadüf değil çünkü Türkiye, dünyanın çok önceleri başlayıp neredeyse 20 yıl önce yaşayıp bitirdiği bir sürece soktu kendisini.

Neden biz bu kadar geriden geldik?

Çünkü bir inisiyatif yoktu. Bugün İstanbul’da hayata geçen projeler ne özgün ne AKP’nin dindarlığından vs. kaynaklanıyor. Batıdaki kentsel dönüşümün ortaya çıkma sebebi şuydu: Üretim Asya’ya kaydı, fabrikalar kapandı. Eee, satacak bir şey lazım her ülkeye, şehirler satılmaya başlandı. Bunun için de yeni binalara, konutlara, büyük projelere, o şehri turistik ya da kalıcı olarak pazarlayacak araçlara ihtiyaç var.

Şehri satmaktan ne anlamamız lazım?

Şehre yeni sakinler edinmek ya da şehrin rant değerini yükseltmek. Şehrin zaten sahipleri var, gelen kuşaklar da var ama yetmiyor şehrin ekonomisini döndürmeye. O zaman yeni birilerini davet etmeniz lazım ve herkesi davet etmiyorsunuz. Almanya’nın 1960’larda işçi kabul etmesi gibi bir şey değil bu, dünyanın en paralılarını istiyorsunuz. Paris’in, Londra’nın, New York’un bugünkü haline gelmesi -ki bu 3 şehir de isyanlarıyla meşhur- bu türden süreçlerin sonuçları. İnsanlar oralarda şehir hayatının sıradan insanlar için altından kalkılamaz derecede pahalılaşması, fiyatları karşılamayacak olanların da şehirden dışlanmasına isyan ediyordu. Şehri, yani şehirdeki arazi ve üzerine döktüğünüz betonu satıyorsunuz. Üzerine marka değeri ekliyorsunuz. Lüks ya da güvenli diye cilalıyorsunuz. Bunu alacak parası olmayanı da şehirden gönderiyorsunuz, üstelik o gönderdikleriniz o şehirde yıllardır yaşayanlar oluyor. İstanbul’la sözünü ettiğim şehirler arasında şöyle bir fark var: Londra, Paris, New York, Amsterdam kişi başı gelirin 30 bin euro’nun üzerine çıktığı şehirler. İstanbul’da ise taş çatlasa 10 bin dolar civarında kişi başına düşen gelir. Üstelik oralardaki kadar bile adil dağıtılmıyor. Başından itibaren kentsel muhalefetin yükselen ranta itiraz olarak geleceğini ummak gene de yanlıştı, çünkü Türkiye’de kentsel rant, enformallikle birleşerek hızla sınıf atlama aracı olarak kullanıldı yıllarca iktidarlar tarafından. Ayrıca İstanbul, siz onu ne kadar güzelleseniz de henüz saydığım şehirler kadar büyük bir marka değerine sahip değil. Daha da fenası yapılan projeler ve o projelerin yapılma yöntemi İstanbul’un marka değerine giderek büyüyen bir zarar veriyor.

Kentsel dönüşüme dair okuduğumuz haberlerde ağırlıklı olarak yoksul kesimden bahsedilmesi neden?

Orta sınıfın fotoğrafını çekmek zordur ve her yerde her an görünmez. Yoksullarsa daha görünür, üstelik yoksulluğun hem medya hem akademi açısından da bir cazibesi var. Orada daha dramatik fotoğraflar çekebiliyorsunuz, yoksullar bu süreçte daha da yoksullaşıyor. Buna sebep olan orta sınıf, bir taraftan “Başıma ne gelecek acaba” korkusunda. Ben Kurtuluş’ta oturuyorum, yaş ortalaması yüksek, diyelim 50. Daha ileri yaşlardaki orta sınıf komşularımın koşulları şu an 40’larına doru ilerlemekte olan genç orta sınıfla aynı değil. Onlar daha kırılgan, eskisi kadar hırslı, dinamik ve yeni ekonomiyle uyumlu değiller. Emekli oldular/olacaklar, dolayısıyla ekonomiden, aktif çalışma hayatından çekilecekler. Onları çok ciddi bir yoksullaşma süreci bekleyecek.

Ne yapacak kendini kurtarmak için?

Evini verecek. Şehir merkezinde bir evi varsa satıp şehir dışında iki daire alacak. “Birinde otururum, diğerini kiraya veririm” diyecek. Ama işte o iş artık öyle yürümüyor. Çünkü satın alırken konut pahalı ama kiralar düşük periferide. O kira bakalım karşılayacak mı ihtiyaçları, hangi krediye girecek, sağlık harcamaları ne olacak, çoluk çocuk işe girdi mi girmedi mi? Risk daha çok bu grup için. Gençler henüz kaybedecek bir şey biriktirmedikleri için o riski gözü kapalı alıyor. Zaten ihtiyarları göndermeleri lazım ki şehirde kendilerine yer edinebilsinler. O yüzden Beylikdüzü, Başakşehir gibi konut alanları için emekli şehri diyoruz, emeklileri oralara göndermemiz lazım ki, genç profesyoneller şehir merkezinde daha çok…

Harcasın mı?

Aynen öyle. Kentsel dönüşümün bu tür bir kuşak ve kan değişimi tarafı da var.

Peki, sivil dilin yok edilmesi meselesi? “Bina ya da mahalle yıkmak aslında o şehrin üzerinde kurulu olan sivil dili yok etmektir” diyorsunuz.

Toplumların artık devletlere ulusal sınırları korumak için ihtiyaçları yok. Çünkü küreselleşme tamama erdi, ulusal sınırları devletler isteseler de koruyamazlar, Irak’ta, Afganistan’da gördük. Devlet var oluş ve toplumun ürettiği artı değere el koyma meşruiyeti olarak yeni bir şey bulmak zorunda, yoksa saymayacağız onu. “Zaten sınırları korumanı istemiyorum, azalt bakalım şu askeri harcamalarını” diyeceğiz mesela. Devlet bu gidişatı görüyor, diyor ki, “Ey vatandaş dış düşman yok ama iç düşman da mı yok?” 1980’lerden itibaren bütün dünyada bir terör kâbusu görülmeye başlandı. Yasalara girdi, BM kararlarına girdi vs. Kimi devletler, içerideki güvenlik sistemini iyice güçlendirdi. Devletin gündelik hayatın içinde aldığı güvenlik önlemleri o kadar görünürleşti ki herkes birbirinden şüphe etmeye başladı. Devlet dedi ki “Ben seni o teröristten koruyacağım.”

Ve biz de ona inandık.

Hem de nasıl! Ama sonra o da yetmemeye başladı. Terör kim, terörist kim, insan hakları söylemleri aldı yürüdü. Şunu hatırlayın: Tarlabaşı yıkılmadan bir-iki sene önce ne kadar çok kapkaç haberi okuyorduk. Taksim Meydanı’nda sürekli insanların cüzdanları çalınıyordu vs. Sonra Tarlabaşı yıkılırken kimse sesini çıkarmadı. Beyoğlu’nda dolaşırken aklının çantasında kalmasını istemiyordu çünkü insanlar. Devlet Tarlabaşı’nı kriminalize ederken, inanmaya çok hazırdık. Devlet Beyoğlu’na ve İstanbul’a dedi ki, “Tarlabaşı’nı yıkarak seni bu güvensiz ortamdan kurtaracağım.” Demedik ki yarın biz de suçlu ilan ediliriz. Yani seni benden, beni senden korumak istiyor devlet. O yüzden de sürekli aramıza geliyor. Yeni şehri imar ederken de bunu yapıyor: “Ekstra güvenlik, güvenlik, güvenlik” diyor. Sürekli birbirimize karşı dolduruyor bizi ve birbirimizden duyduğumuz o korkunun içine yerleştiriyor. Diyor ki, “Ben olmasam seni komşundan kim koruyacak?” O yüzden şehirler birer güvenlik şehirleri altına gelmeye başlıyor. Ne hikmetse polis teşkilatı giderek büyüyor, büyüyor büyüyor. Siteler ve onların duvarları da boşuna değil; onlar birbirimizle iletişim kurmayalım diye var… Çünkü iletişim kurarsak birbirimiz için tehlikeli olmadığımızı anlayacağız. Beni komşumdan korumaktan başka vaadi kalmamış bir devlet var sonuçta, düşünün bu hal çok acıklı aslında.

Güvenlik demişken… Boşaltmadığı için evi kurşunlananlar, korkutmak için sokağının ışığı söndürülenler var.

Kentsel dönüşüm de şehirde yaşayan insanları birbirlerine düşürecek bir araç olarak kullanılıyor. Diyelim bir mahallede kentsel dönüşümden rant beklentisi olan insanlar var. Bu rant beklentisini paylaşmayan diğer insanları korkutarak bir an önce işin bitmesini istiyorlar. Aynı mahallede oturuyorsak birbirimizle bir muhabbetimiz, hukukumuz var. Devlet geliyor diyor ki, “Ayşe sana şu kadar para veriyorum, komşuna söyleme. Ama bir şartım var, onu evini bana şu fiyata satmaya ikna edeceksin.” Ben de ikna etmenin çeşitli yöntemlerini kullanıyorum. Yani devlet az önce dediğim korumayı yaratabilmek için önce bizi birbirimize düşürüyor.

Muhafazakâr kesim kentsel dönüşümü nasıl tanımlıyor?

Onlar fırsat alanı olarak görüyor. Muhafazakâr kesim şu anda daha önce Cumhuriyetin dışlayıcı mekanizmaları arasında bulamadığı fırsatları buluyor ve bu fırsatları değerlendirip yükselme halini kalıcılaştırmak istiyor. O yüzden de desteğe devam edecek. Çünkü eğer AKP olmazsa bu fırsatların ondan esirgeneceğini, çünkü bu fırsatların ona AKP tarafından verildiğini zannediyor. Oysa ona bu fırsatları sunan AKP değil, küresel ekonomi-politiğin yönelimleri…

Bu ne fırsatı?

Kira öder gibi taksit ödeyerek ev sahibi olma fırsatı, ucuza araba sahibi olma fırsatı. Bankadan kolay kredi alarak bilmem ne sanayi bölgesinde yatırım yapma fırsatı. Uluslararası ihalelere girme fırsatı gibi. Bunları muhafazakâr oldukları için elde ettiklerini, iktidardaki partiyle içinde oldukları muhabbet sayesinde bunca yükseldiklerini zannediyorlar. Ama hayır, yeni küresel ekonomi bu tür fırsatları zaten bu tür kesimlere vermek istiyor. Çünkü buralarda yatırımın, çevrenin, emeğin maliyeti daha düşük. Küresel ekonominin büyük patronları için burası sürekli kâr edebilecekleri bir cennet.

Kentsel dönüşümde Van depreminin yeri nedir?

Van’a çok iyi bakmak lazım, depremden sonra devletin şehrin yerini değiştirmek ve şehri yeniden inşa ederken de şehrin ayrıcalıklı aktörlerini belirlemek için bulunduğu girişimler devletin aslında Afet Riski Altındaki Alanların Dönüşümü adını verdiği yasadan ne murat ettiğini de ele veriyor. Bir şehri yeniden inşa etmek, o şehirdeki bölüşüm ilişkilerini de yeniden planlamak demek. O şehirde kimin yoksul olacağına, kimin orta direk, kimin zengin olacağına karar vermek demek. Hem depremi hem kentsel dönüşümü devlet, bu bölüşüm ilişkilerini dönüştürmek ve toplumu şöyle bir çalkalamak için kullanıyor şu anda. Ne çıkar o çalkalamadan, yeni rekabetler, yeni yarışlar çıkar. Buradan da yeni mağdurlar, yeni çatışmalar ve yeni bir siyasi bilinç ortaya çıkar.

Peki, TOKİ’yi nereye oturtacağız?

TOKİ, devletin, sadece inşaat sektörüyle ilgili söylemiyorum bunu, şehirlere, dolayısıyla ekonomiye müdahale aracı olarak önem taşıyor. Eski bir “komplo” teorim var: 28 Şubat’tan sonra Türkiye 2001’de çok büyük bir krize girdi ve o krizden çıkarken de IMF’nin acı olduğu söylenen bir takım reçeteleri uygulandı. Aslında bu hükümet ekonomik başarısını o acı reçete lere sıkı sıkı uymakla da kavuşmuş oldu. IMF reçeteleri halka bir sürü fatura çıkardı vs. Ama devlete çıkardığı bir fatura da vardı: IMF devlete dedi ki, sen bu ekonomi yönetimini beceremiyorsun, kafana göre takılıyorsun. Seçim dönemlerinde partiler ona, buna rant dağıtıyorlar. O yüzden sürekli batıyorsun, periyodik olarak kriz yaşıyorsun. O zaman ne yapalım? Gel senin ekonomiye müdahale etmek, üretim-bölüşüm ilişkilerini ayarlamak için kullandığın araçları senin denetiminden çıkartalım. Ne yaptı? Düzenleme kurulları oluşturuldu, EPDK, BDDK, TMSF, Tütün Kurulu, Şeker Kurulu oluşturuldu vs. Bu kurullar da o sektörlerin en büyükleri tarafından domine edilmeye başlandı. Bir tek BDDK bunun biraz dışındadır. Devlet kurullara tabii ki müdahale edebiliyor ama onlar üzerinde mutlak güce sahip değil. Ekonomiye müdahale edeceği, ona sadık bir araca ihtiyacı var hükümetin. İnşaata müdahale ettiğiniz zaman her şeye müdahale etmiş olursunuz. İnşaata müdahale etmek, hem ekonominin bütün sektörlerine, hem de hukuka, tüm düzeylerde yerel siyasetlere müdahale etmek ve oraları kendinize bağımlılaştırmak demektir. TOKİ, böyle bir müdahale aracı olarak kullanıldı.

İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali

Ayşe Çavdar, Pelin Tan

Sel Yayıncılık

240 sayfa, 2013, 16 TL

 

radikal‘den İpek İzci’nin haberidir.