“Justin Bieber konser için Türkiye’ye geliyor.”
Benim için haber değeri taşımayan bu cümlenin, bir süre sonra kendi adıma nasıl hayati bir meselenin giriş cümlesi haline geleceğini elbette bilemezdim. Ta ki onüç yaşındaki kızımın ağzından duyana kadar.
“Baba, Justin Türkiye’ye geliyor.”
“Eee?”
“Ben de konsere gitmek istiyorum.”
Onüç yaşındaki bir kızın babası olmak durumunun tam olarak tarif edilebilir bir tarafı yok. Onüç yaşındaki kızların ortak özellikleri olmasına rağmen, nihayetinde ergenliğe adım atmış her kız kendine özgüdür ve babalar için benzersiz, tekrarlanamaz deneyimlere sebep olur.
Kızımla iyi kitaplar okuduk, iyi filmler izledik, iyi şarkılar da dinledik. Kızımla önemli meseleleri onun dil dünyasında karşılık bulabilecek kavramlar ölçeğinde konuşuyoruz, tartışıyoruz. Bunların yanı sıra bir şeye taraf olmak ya da karşı olmak durumunda bunun sebeplerini ortaya koymak noktasında hassas olmaya çalışıyorum.
Bir pop ikonunun, ergen kızların dünyasında böylesi bir cazibe nesnesi haline getirilmesinin, kapitalist düzlemde nasıl bir popüler kültür uyarlaması olduğunu anlattım. Bunun bir tüketim ve yeni ahlak paradigması olduğunu, sistemin böylesi kurgularına, dayatmalarına karşı iyi müzikten, iyi sanattan ve ahlaktan yana olmamız gerektiğini de lisan-ı münasiple anlattım.
Fakat kızım, üzgün bir yüz ifadesiyle “peki sen bilirsin, ben istiyordum ama sağlık olsun” deyince, değerleriyle çatışmaya düşmüş zavallı bir baba olarak internetten bilet fiyatlarını kontrol etmeye başlamıştım bile. Bu sahneyi, onüç yaşındaki kızların babasının idrak ve muhayyilesine bırakıyorum.
“Bir şapka takarım” diye düşündüm, “böylece eş, dost, tanıdık görmez.”
Konser İTÜ içindeki stadyumda gerçekleşecekti. Bilet satan sitede yer haritasındaki fiyatları incelerken durumun sanıldığından daha zorlu olduğunu fark ettim. Sınıfsal gerçekliğimle yüzleşerek, iki tane bilet aldım. Biletler çok pahalıydı. Biletlerin bir kısmı sanılandan da pahalıydı. Yüksek gelir düzeyindeki azınlığa mensuplar iki bin tl ödeyerek kuliste fotoğraf çekme imkanına sahip oluyordu.
Konserden iki ay önce edindiğim biletler çekmecede dururken zaman su gibi akıp gitti ve konserden bir gün önce Justin’in Türkiye’ye girişindeki olayları gazete ve televizyonlardan gayet dikkatle takip ettim.
Bilet aldığımız bölüm belliydi belli olmasına ama yine de erken gidip bu bölümün de önlerinde olmamız gerekiyordu. Kızımın arkadaşlarının erkenden orada olmaları ve cep telefonundan dışarıdaki izdihamı haber vermeleriyle birlikte, hızlıca yola koyulduk ve giriş kapılarının önündeki kuyruğa girdiğimizde saat 14:30’u gösteriyordu.
Durum şöyle özetlenebilir; saat 14:30’da giriş kapısı kuyruğundayız, saat: 16:30’da kapılar açılacak ve saat 19:30’da konser başlayacak. Yani konsere kadar beş saat orada bekliyoruz!
Giderken sürekli aynı duayı ettim “Allah’ım lütfen başka ana babalar da orada olsunlar!”
İTÜ’nün içinde binlerce 10 – 15 yaş arası kız ( biraz da erkek vardı ) hayatımda hiç rastlamadığım bir coşkuyla konseri bekliyorlardı. Ailelerin büyük çoğunluğu çocuklarını konser alanı girişine bırakmış ve konser sonrası buluşacakları yeri tarif etmeye çalışıyorlardı. Bir kısım ana – baba da çocuklarıyla birlikte konser alanına girmeyi tercih etmişti.
Hayatımda sayısız kereler, çeşitli nedenlerle bir araya gelmiş insan topluluklarına dahil oldum. Eylemler, gösteriler, mitingler içinde yer aldım. Meseleye neredeyse hipnotize olmuş bir şekilde katılan böyle bir topluluğa rastlamadım. Kapıların açılması gecikince kitlenin, barikatlara saldırabileceğine ve önüne geçen her şeyi yıkabileceğine ikna oldum.
Bu sırada ortalıkta dolaşan satıcı 30 tl’ye şapka, 5 tl’ye bandaj satıyordu. Elinde ne varsa satıp bitirdi. Böylesi fiyatlarla satabilmesine hayret ederken bir yandan da maliyetlerini ve kazanabileceği paranın miktarını hesap ediyordum ki kendime geldim. “Helal hoş olsun” dedim içimden. Etkinliğin her düzeydeki sahiplerinin milyon dolar civarındaki kazançlarına karşılık, korsan şapkacının kazandığı para gözüme iyi göründü. Ama bir şey satın almadım.
Organizasyonun “yanınızda yiyecek, içecek getirmeyin!” uyarısına aldırmadan çantamıza su ve yiyecek almıştım zaten.
Alanda birbirinden ilginç pankartlar hazırlanmıştı. Bazıları politik içeriğiyle dikkatimi çekti; “ İ’m sorry Justin, i’m not rich enough to hug you!” Kucaklaşmanın bedelini düşününce, kızımızın incelikli isyanını derinden hissettim. Eğer o kız, bu cümleden bir farkındalık çıkarırsa devrimciliğe, bunun için para biriktirmeye başlarsa kapitalizme yönelir.
Saat 17:00 civarında kapıları açtılar. Ciğerlerimde kalan son nefesi tasarruflu kullanarak ve kızımı bir nebze olsun kollayarak içeriye girmeyi başardım.
Ortalıkta nedenini anlayamadığım şekilde çığlıklar yükseliyordu. Ne olduğunu bir türlü kavrayamıyordum. Bir şey oluyordu ve kızların tiz çığlıkları kulaklarımızı yırtıyordu. Sürekli “neden buradayım?” sorusunun yıkıcı etkisinden sıyrılabilmek için kızımın gözlerinin içine bakıyordum. Gülümsemesine. Hayatımda yaşadığım birçok çelişki var ve kızım için yaşadığım çelişkiler gözüme o kadar da kötü gelmedi.
Stadyumda yerimizi aldık ve beklemeye başladık. Etrafımızdaki kızlar sayesinde Justin evladımızın bütün özelliklerini öğrenmiş olduk. Bir ara “liseyi bitirdi mi bu oğlan?” diye sorunca karşımdaki kız “liseyi evde özel hocalarla tamamladı” cevabını verdi. Ben de gayrı ihtiyari “Justin açık lise mezunu mu?” diye üsteleyince kızın yüzündeki öfke ifadesi devam etmeme izin vermedi. “Açık öğretimden devam eder herhalde” diye içimden geçirdim.
Konser başlama saati 19:30 olarak açıklanmasına rağmen Justin kardeşimiz bir türlü sahneye teşrif buyurmadı. İki saat geçtikten sonra seyircilerden protesto sesleri yükselmeye başladı, ki saatler içinde katılabildiğim tek sesleniş biçimidir, bunu da kalabalık öfkeyle bastırdı. “Justin, Justin!” bağırışları sürerken ve saatlerimiz 21:30’a geldiğinde, ekrandaki geri sayım eşliğinde kitle kendinden geçti ve beklenen an geldi.
Justin, başka dünyadan bir varlık edasıyla dünyamıza ve şehrimize indi. O anı anlatma çabasına gerek duymuyorum. Zaten nafile. Ancak kutsal kitapların, dinlerin tarif ettiği bir insanlık halinin içinde şaşkınlığımı yenmeye çalışıyordum.
Sahne önündeki binler, sahne, sahnedeki genç çocuk, her şey ama her şey yeni dünyanın kutsal ritüellerinin müşahhas hali olarak bir bütün haline dönüşmüştü.
Justin şarkılarını söylemeye başladı. Binlerce genç her satırına eşlik etti ki bu durumu yabancı dil meselesinde ilerlemeye yordum. Elbette şarkıların bir tek satırını, bir tek melodisini bilmeden olduğum yerde sahnedeki patlamaları, parlamaları izlemeye devam ettim.
Bu çocuğu daha küçüklüğünden alıp, pop ikon olarak büyütmüşler bana kalırsa. Sahnedeki dev ekranlarda daha bebekliğinden başlayarak gösterilen videoların her birinde aynı duyguyu hissettim. Pantolonu düşecek gibi sahneden koşturan bu oğlanın bu duruma geleceği o zamanlardan belli. Sanki kameralara, ilerideki konserlerde yayınlanması için konuşuyor.
Bir ara Justin üzerindekileri çıkarıp üstü çıplak kalınca ve eliyle münasip olmayan bir yerini tutunca, yanımda duran iki Elazığlı abiden biri diğerine “ne yapıyor lan bu!” dedi. O an, babalar için durumun içinden çıkılmaz hale geldiği andı.
Kızımın sesiyle kendime geldim “acaba ben OLLG olabilir miyim?”
“OLLG?”
“One Less Lonely Girl”
Justin’in böyle bir şarkısı var ve yalnız kızlardan biri daha eksilsin diye şarkı esnasında sahneye bir sandalye konuyor. Ortadaki sandalyeye oturacak kızı ayinsi bir süreçte Justin seçiyor ve elbette kıyamet o an kopuyor. Hem sahneye oturan için hem de oturamayan binlercesi için.
Konser esnasında bu şarkıyı söylemeye başladığında ortada bir sandalye yoktu. Herkeste derin bir hayal kırıklığı oluştu ilk anda. Şarkının ilk bölümü bittiğinde birden ortalık karardı ve aydınlandığında sahnedeki kutsal nesne yani sandalye yerinde duruyordu. Kızların çığlığından, henüz açılmaya başlamış kulaklarım yeniden kapandı.
Sandalye oradaydı! Beni bile oturtsalar o kutsal nesneye kendimi şanslı hissedecektim. Atmosferin büyüsü hepimizi sarmıştı.
Sahnedeki arzu nesnesine ulaşabilmek için binlerce kızın gözyaşı döktüğü anlardan biri gelip çatmıştı. Bir kız yavaş adımlarla sandalyeye doğru ilerledi. Seçilmiş olmanın gururuyla kız usulca sandalyeye oturdu.
Kızımın hayal kırıklığını bir nebze olsun giderebilmek için “kızım bence o kızı daha dünden seçmişlerdir” dedim.
Bu anı da atlattıktan sonra konserin son bölümüne geldik.
Konser bittiğinde sahnedeki koca ekranda “believe” yazıyordu.
Kızım ellerini havaya kaldırmış parmaklarıyla kalp işareti yapıyordu. Gözlerim doldu.
“Sen Justin’e değil bana inan güzel kızım” dedim içimden.
“Bana inan, ben o kalbin kırılmasın diye kalbinin altına kendi kalbimi, bedenimi, ruhumu, ömrümü, neyim varsa hepsini koyarım. Yeter ki senin o güzel kalbin kırılmasın. Bana inan.”