Annem cesaretin vücut bulmuş hali gibiydi. Ağır hasta olan babama göz kulak olmakla geçirdi uzun bir dönemi. Babam öldüğünde, Bayan Birkin olmaktan vazgeçip yeniden Judy Campbell oldu. Büyüleyici bir aktristti. Hücresinden çıktı, kendisi oldu. Bağımsız, eğlenceli, entelektüel kadın… Evliliği nedeniyle bıraktığı oyunculuğa dönmek istiyordu. Düzenlediğim turnelere onu da götürdüm. Birlikte çok eğlendik.
Annemden, yaptığım herşeyle nasıl eğleneceğimi öğrendim. Çünkü aynı şeyleri yapıyorduk. Babamdan öğrendiklerimse hayattan başka türlü bir tatmin edinmemi sağladılar. İkinci Dünya Savaşı yıllarını yaşamış bir askeri görevliydi. Fransa sahilleri boyunca savaştan kimin nasıl etkilendiğini bulup çıkarmaktı görevlerinden biri. Sıradışı bir kahramandı babam. Bana müthiş bir özgüven ve vicdan miras bıraktı. Sarajevo’da, Ruanda’da ya da Burma’da insanlara yardım etmeye çalışırken hep “Babam olsa ne yapardı?” diye düşündüm. Bana oralarda yol gösterdi. Benimle gurur duymasını, en azından benden utanmamasını diledim hep. Çünkü oyuncu olmaya karar vererek aramızdaki ilişkiyi riske atmıştım.
Hiçbir şey çocukluğun neşesi kadar dokunulmaz değildir. Yaz tatilleri muhteşemdi. Evde filmler çekiyordum, hem de gerçek öykülerle. Babam çok neşeli ve karizmatikti, her şeyi eğlenceli hale getiriyordu.
Bana kızkardeşim Linda’yı verdiği için tanrıya şükürler olsun. O olmasaydı hayatım çekilmez hale gelebilirdi. Onunla ve erkek arkadaşlarıyla birlikte dolaşmaya bayılırdım. Ne zaman sahnede bir şeylerden korksam içimden Linda’ya seslenirim. Bilirim ki beni duyar. Çünkü duyarlı, sevgi dolu ve insana ferahlık veren biridir.
Anne olduğumda 19, büyükanne olduğumda 39 yaşımdaydım. Şimdi arada bir torunlarımı çocuklarımdan ödünç alıyorum birlikte vakit geçirmek için. Çünkü bu muhteşem bir şey. Sıradışı bir şansım olduğunu kabul ediyorum. Kızlarımı ve torunlarımı görmediğim tek bir hafta bile geçirmedim henüz. En büyük kızım Kate (Barry) bana benziyor. Fotoğrafçı. İlk fotoğraf makinesi bir Polaroid’di, beni ve kızkardeşlerini çekip duruyordu. Charlotte (Gainsbourg) Jane Eyre’in ta kendisi gibiydi. En küçük kızım Lou (Doillon) ve ben mutfağı paylaşmayı seviyoruz. Lou olanca zekası ve sıcaklığıyla her an herkese destek olmaya hazır.
İlk kocam John Barry besteciydi. Bu kadar ince ruhlu ve deha derecesinde yetenekli birinin başka kızları değil de beni tercih etmiş olmasına inanamamıştım. Göğsüm kabardı, heyecanlandım, ona çok aşık oldum. Tabii ki ailem dehşete kapıldı. Çünkü John daha önce evlenmiş bir de kız çocuğu sahibi olmuştu. Onun olanca deneyimine karşın ben henüz 17 yaşımdaydım. Başka biriyle olabileceğine inanmıyordum. Ama bu olduğunda annem ve babam bana “Sana söylemiştik” demediler hiç, yalnızca “hadi çık eve gel” demekle yetindiler. Başka biriyle karşılaşıp aşık olduğumda da çok mutlu oldular. Serge (Gainbourg) beni hem bir Rus hem bir Yahudi olarak tavladı babamı. Ailemize çok yakıştı. Erkek kardeşim onun için deliriyordu, ortak ve özel bir dil bile geliştirmişlerdi.
Serge birini sevdiğinde, onun için şarkı yazar. Onun şarkıları arasında en çok Brigitte Bardot için yazdığını sevdim. Bardot, şarkının gün yüzüne çıkmasını istememişti, çünkü evliydi. Şarkının adı Je t’aime … moi non plus. Çok güzel bir şarkıydı, onu söylediğim zaman Serge’nin yüzünden benimle ne kadar mutlu olduğunu anlayabiliyordum. Ama aynı zamanda hafifçe irkiliyordu da. Eğer sevgilinizle aynı stüdyodaysanız yalnızca şarkı söylemezsiniz, bir yandan çok zorlanırsınız ama bir yandan aşk söylediğiniz şarkılara siner. Çok acı değil mi? Hayatta olduğu zamandan çok daha ünlü şimdi. Onu terk ettiğimde, en güzel şarkılarından birini yazdı. Çok duyarlıydı, acısını anlatıyor ama bana acı vermemeye çalışıyordu. Bazen onun arkadaşı olmak daha kolaydı. Çünkü o zaman sana eşitiymişsin gibi davranır. Ayrıldıktan sonra arkadaşım olmaktan vazgeçmediği için çok şanslıyım. Tabii benim için şarkı yazmaya devam ettiği için de…
Kaynak: The Guardian