Demek, yıllar yıllar önceki tutkumu yeniden canlandırmam için ta Jamaika’ya gelmem gerekiyormuş: Masa tenisi, nam-ı diğer pinpon. Bu sabah yan sitede oturan Polonyalı arkadaşla çok uzun zaman sonra yeniden pinpon oynarken çok eskiden tadına baktığım bir yemeği yeniden yemiş, maziden kalma bir koku ile bir anda o ana ışınlanmış gibi yirmi küsur yıl öncesine gitti benliğim…
İstanbul’un bu kadar küresel bir köy haline gelmediği yıllar, öyle AVM’ler fast food zincirleri kuşatmamış daha her bir sokağı… Kentin Anadolu yakasında oturanların en meşhur buluşma yerlerinden biri Moda’daki Bomonti Çay Bahçesi. Okul kıranlar (He ya, okul kırmak diye bir şey vardı o yıllarda acaba hâlâ okul kırabiliyor mu çocuklar?), gizli saklı buluşanlar, gençler yaşlılar, tavşan kanı çaylar, kaşarlı tostlar ve elbette dondurma…
Ceren, adaşım Selen, Pınar (ve arada bizim çeteye eklenenler çıkanlar) koca bir yazı Bomonti’de geçirmiştik sanırım orta son bitince. O zamanlar iki Bomonti çay bahçesi vardı. Şimdi kalmış bir tane. Moda İskelesine daha yakın olan Bomonti’nin pek şaşalı bir mekana dönüşmesi ve daha uçta olan öteki Bomonti’nin de arkasındaki alana yeni süper lüks dairelerin yapılması ile fark etmiştim sanırım “kentin dönüşümünü”.
O yıllarda eğer bir manzara güzelliği varsa bir Burhaniye Artur’daki disko, bir de Bomonti’ydi benim için. Ağaçların dibinde tahta sandalyelerde oturup henüz yürüyüş alanı falan olmayıp sadece “kayalar”dan ibaret sahilin hemen dibinde kentin en güzel, en engin denizine bakmak… ve saatlerce, yorulmadan, usanmadan, koca bir yaz, neredeyse her gün pinpon oynamak… biraz ara verince soluğu Ali Usta’nın dondurmalarında almak… O zamanlar iki tane Ali Usta vardı, biz köşede daha kalabalık olandan değil de çaprazında Selen eczanesinin yanındakinden yerdik. Bir rivayete göre şimdi meşhur olanın sahibi bizimkinin yanında çırakmış, doğru muydu değil miydi hâlâ bilmiyorum, araştırmak da istemiyorum, kulakları hafif az işiten, çikolatalı sosu bol keseden dağıtan hatta alelacele sosundan yiyip bitirince dondurmamızı yeniden sosa bulayan, keyfi yerindeyse ara sıra bize beleş dondurma dağıtan asıl usta oydu bizim gözümüzde… diğer birçok yer gibi neden sonra o da kapandı, şimdi sanırım bir pizzacı var yerinde.
Dondurma gibi sonsuzdu pinpon oynama arzumuz. Kim yenerdi, kim yenilirdi, kim iyi oynardı, hatırlamıyorum, umurumuzda değildi sanki. Sonraki yıllarda da bir pinpon masası, raket bir de top buldum mu hiç boş geçtiğim olmadı, aslında çoğu yerde de olurdu bir pinpon masası. Bildiniz işte o yıllar hani ne ellerimizde cep telefonları, Ipadler vardı ne de bowling salonları sarmıştı şehri.
O yıllar olmasa da biraz sonrasında süper teoriler bile geliştirmiştim pinponun en eşitlikçi spor olduğu konusunda. Bir kere kadın erkek farkı gözetmeden oynanabiliyordu, güçlü, uzun, kısa, hatta genç veya yaşlı olmanızın pek bir önemi yoktu. Bomonti’nin müdavimlerinden siz deyin altmış ben diyeyim yetmiş yaşlarında tıknaz bir amca vardı, alemin en iyilerindendi nitekim. Sınıfsal olarak da eşitlikçi bir spordu, yalınayak bile şahane oynanabilirdi. Tek gereken bir masa, iki raket. (Tamam Ipade karşı değilim, onu da versinler de) Ipad dağıtana kadar konamaz mı her okula bir pinpon masası? Konur, bal gibi de olur, mis gibi de olur. Bir kere refleks, dikkat ve hızlı taktik-strateji geliştirmek için birebirdir pinpon, oynarken bütün kaslarınız çalışır, yorulursunuz ama öyle spor salonlarındaki gibi sıkılarak değil, keyif ve adrenalin dolu bir yorgunluktur o. Puanları sayarsanız, arada her oyunda olduğu gibi fileye değdi değmedi, masanın üstünde vurdun, altında vurdun, mızıkçılıklarıyla tatlı bir rekabeti vardır. Ama bir de hiç saymadan bir yandan sohbet ederek, ya da belki sadece meditatif halde sadece gelen topa, yani “an”a konsantre olarak da hiç rekabetsiz keyif dolu oynanabilir…
Eski bir pinpon militanı olan bendeniz, maziden bir dostuma kavuşmuş gibi heyecanla pinpon oynadıktan sonra eve gelip biraz interneti karıştırınca işin ucunun sömürgeciliğe dayandığını, hatta birçok politik hikâyeyi barındırdığını öğrendim. Sömürge İngiliz subayları tarafından geliştirilen masa tenisi on dokuzuncu yüzyılda İngiltere üst sınıfı için yemek-sonrası ev içinde oynanan bir oyun olarak anılsa da, aslında tarihi on beşinci yüzyıl Çin’ine kadar gidiyormuş. Çin İmparatorluğu’nda tavuğun sidik torbasından yapılan topun balık ağından bir netin üzerinde ellerle ileri geri atılmasıyla oynanıyormuş. Aynı kaynakta farklı toplumsal konumdan birisiyle rekabet etmek uygun görülmediği için o zamanlar puan saymanın olmadığı da belirtiliyor. Demek ki farklı sınıflar arasında oynanabiliyormuş o dönem Çin’de.
On dokuzuncu yüzyılda İngiliz askerleri ise puro kutularının kapaklarını raket, yuvarlatılmış şarap şişesi mantarlarını da top olarak kullanırlarmış. Zaman için de gossima, flim-flam gibi değişik isimler de alan oyun bugün en çok ping-pong ismiyle anılıyor. Bir de bir sporun en etkin bir şekilde diplomasi aracı olarak kullanılması da masa tenisi tarihinde ilginç bir uğrak. Amerikan masa tenisi takımı 32. Dünya Masatenisi Şampiyonasında Çinli masa tenisçilerden ülkelerine sürpriz bir davet alırlar. Böylelikle 1949’daki Maoist Devrimden sonra ilk kez Amerikalıların Çin’e girmesi ile “masa tenisi diplomasi” adı verilen bir dönem başlar. Çin’in komşularına ittifakların her an değişebileceği mesajını da içeren ABD ile bu teması yaklaşık bir yıl sonra Şubat 1972’de Nixon’ın Çin Halk Cumhuriyeti’ne ziyareti ile devam eder.
Evet, neymiş pinpon asla sadece pinpon değilmiş, kimileri için siyaset diplomasi, kimileri için rekabet… Benim içinse pinpon aşkıyla geçen o koca yaz hafızamdan silinmeyen bir arzu “an”ıydı… Sonra ne mi oldu? Bildiğiniz hikâye, büyüdük işte… “ve kirlendi dünya”…
Siz eğer şimdiye dek oynamadıysanız kapın elinize bir raket, bulun bir masa oynayın, öyle sayıyı, kazanmayı, kaybetmeyi unutup sadece hızla gelen topa bakın, dert tasa kalmayacak, en azından o “an” için…
Keyifli oyunlar…