Yanımdaki tasımdan gelen taze peynir kokusu ile uyandığımda Peynirci Osman’ın  başımda beklediğini gördüm. Hemen kalkıp yemeğimi yedikten sonra bilindik işime yani Mısır Çarşısı’nı gezmeye başladım. Daha gün yeni doğuyordu ve çarşı fazla dolmamıştı. Aslında daha birçok dükkan açılmamıştı. Dışarı çıktım ve bir kayanın üzerine oturup yeni doğan güneşte gri postumu ısıttım. Yeşil gözlerimle uzağa, denizin ötesine ve doğan güneşe baktım.

Orayı öyle çok merak ediyordum ki… Özellikle karşımda upuzun, dikilen o kuleyi. Peynirci Osman’ın bir müşterisi oradanmış, neydi o kırmızı olan evleri tekrar kahverengi mi yapıyormuş, neymiş. Neyse ben düşüncelere dalmışken arkamdan bir ses geldi:

-Dumaaan! Gel bakayım, tasmanı takmayı unutmuşum.

Öff, keşke hatırlamasaydı ne güzel dolaşıyordum. O deri parçasını her boynuma taktığında çıkardığım gibi yine boğuk bir miyavlama çıkardım. Sonra beni birazcık okşadı ve gitti. Tüylerimdeki tuzları temizlemek için yalanırken ilk müşteri geldi. Bu Biberci Hayri’nin müşterisi Kazım Amca’ydı. Aslında onun kuzeni desek de olur Hayri ona “akraba indirimi” bile yapıyor (artık ne demekse).  İkinci müşteri ise Ayşe Teyze ve kızı Sevim idi. Baharatçı Hasan’ın müşterisidir onlar, hergün gelir baharat koklayıp dururlar, o göz yaşartıcı, burun kaşındırıcı şeyleri neden yemeklerine koyuyorlar anlamıyorum. Neyse bırakalım bunları hikayeme döneyim, hemen yanlarına gidip kendimi sevdirmeye başladım. Bir süre benimle ilgilendiler, beni sevdiler  insanlar biz kedileri anlamazlar ama o okşamalar, ahhh düşününce bile mırlayasım geliyor, tabii her güzel şey çabuk biter  beni orada sevgi sarhoşu halde bırakıp gittiler.

Sarhoşluk hissi biraz olsun geçince kafama dank etti her sabah bu zamanlarda gelen Hüsnü Ağabey artık köpeği Karabaş’ı da getiriyordu. Üstüne üstlük beni kovalasın diye burada bırakıyordu! İnsanların o aptal köpekleri neden bu kadar sevdiklerini hiç bulamamışımdır, o pire torbaları aptal aptal ortalıkta dolaşıp koca kuyruklarını sallayarak bir şeyleri devirirken onları nasıl sevebiliyorlar ki… Ben düşüncelere dalmışken uzaktan birkaç boğuk havlama geldi, ben de düşünmeden en yüksek ağaçtaki boş kuş yuvasına kuruldum. Karabaş buradan olsa olsa benim kokumu alırdı çünkü o siyah beyaz gören bozuk gözleri burayı hayatta bulamazdı. Köpeklerin tek işe yarar yanları da bu zaten, aslında biz daha iyi koku alırız ama… Neyse tam sıkıntıdan uyumak üzereyken o tanıdık havlama sesi tekrar geldi. Hemen gözlerimi ve kulaklarımı o yöne diktim. Karabaş her yöne doğru havlıyordu, aptal ben olsam onun o pis kokusunu her yerden alırdım. Iyy! Sonunda benim kokumu aldı ki ağacıma yöneldi. Aşağıya dönüp:

-Benii yakalayamazsın kii! , dedim.

Önce nerede olduğumu bilemedi sonra da ağaçta yanlış yere bakarak :

– Bir yakalarsam görürsün gününü. Hırr! dedi.

-Önce nerede olduğumu bul da sonra yakalama kısmına gel, dedim.

Sonunda doğru yere bakarak :

– Aşağı in de erkek gibi kaç ,dedi

Hah salak köpek işte herkesi kendisi gibi erkek sanıyor; kim bilir annesini de erkek sanıyordur.

Hiç yapmadığı bir şekilde ağacın ilk dalına çıktı (Hüsnü Ağabey’in yardımıyla, yoksa o koca popo nasıl çıkacak ki).Tam da üst dallara kaçıyordum ki Ayşe Teyze ve Sevim çarşıdan çıktılar, önce ağacın üst dallarına doğru çılgınca havlayan Karabaş’ı (sanırım sincap falan gördüğünü sandılar) sonra da ağacın üst dallarına çıkmak için harekete geçmiş beni gördüler. Kızı Sevim Ayşe Teyze’nin eteğine yapıştı ve bana öyle hüzünlü baktı ki yüreğim burkuldu (kedilerde çok nadir rastlanan bir durumdur).

Ancak Ayşe Teyze göz açıp kapayana kadar Peynirci Osman’ı ayağımın dibine getirmişti. Peynirci Osman, Hüsnü Ağabey’e öyle bir kızgınlıkla baktı ki gözlerime inanamadım. Sonra hiç duymadığım kadar sert ve net bir sesle:

– Hemen o köpeği al ve buradan git yoksa ikiniz de iyi bir dayak yiyeceksiniz!, dedi elindeki peynir bıçağıyla.

Hay benim aslan peynircim, benim halimden nasıl da anlıyor. Bıçaktan korkan Hüsnü Ağabey, Karabaş’ı çekiştire çekiştire oradan uzaklaştı. İkisinin de gittiğinden ve o pis kokularını da götürdüklerinden emin olunca sevgili Peynirci Osman’ın (yani kahramanımın) yanına gidip yüksek sesle mırlamaya başladım ve sahibimin bacaklarına süründüm. Beni biraz sevdikten sonra gitti. Bir kayanın üzerinde yalanırken bir hareketlilik dikkatimi çekti. Az ötede birileri bir şeye, büyük bir şeye biniyordu. Bu şeye kayık dediklerini duydum ne garip bir isim ben olsam yüzen kütük derdim ama iki ayaklılar böyle demiş kullanacağız artık. Koşar adım yanlarına gidip o şeyin gerçekten de “kayık” olup olmadığına baktım. Orada öylece kalakaldım; çünkü bu koca “kayık” yüzüyordu. Bunu bana kimse söylememişti oysa ki! İçine binecek birkaç kişi karşıdaki büyük kuleden söz ediyordu. İlki:

– Orası çok büyüktür gidince daha iyi anlarsın oğlum, dedi.

İkincisi:

– O kuleden bir adamın uçacağı doğru mu baba? dedi.

– Belki, ben de bu konuda sadece söylentiler duydum o kadar.

Son gelen iki ayaklı ile hemen içine atladım ve görünmeyeceğim bir yere sindim. “Kayık” tamamen dolduğunda hareket etmeye başladık. İlkin suda olduğumuz için biraz huysuzlandım ve hareket ettliğimiz için de kusucakmışım gibi oldum ama kendimi tutabildim. Güneş tam tepeye vardığında ise karşı kıyıya geçmiştik. Burası o kadar da değişik değildi ama göğü yaran kule biraz da olsun fark yaratıyordu. Her yerde insanlar ve evler vardı, küçük erkek iki ayaklıların gittiği bir mektep vardı ve o Güneşe kadar uzanan kuleden çıkan büyük erkek iki ayaklılar da vardı tabii, kısacası burada büyük bir karmaşa vardı. Kayıktan indikten sonra değişik görünen her yeri incelemeye başladım. Ancak arkamda bekleyen kayık ben indikten biraz sonra gitti. Kendi kendimi avutmaya çalışarak:

– Biraz burada kalırsam Peynirci Osman pek kızmaz hem o kayık da daha sonra buraya insan bırakıp geri dönecektir, yani umarım, dedim kendi kendime endişeyle.

Bütün duyularım tetikte hem yiyecek hem de yatacak güvenli bir yer ararken bir anda karşıma – daha sonra padişahlara ait olduğunu öğreneceğim – bir çöp yığını çıktı. İçinden bir parça yenmiş tavuk budu alacakken karşıma iki iri kedi çıktı. Daha iri olan bir tekirdi. Sapsarı gözlerinden nefret okunuyordu. Çöplükte karıştığı kavgalardan her yeri yara bere iziydi. Diğeri ise simsiyahtı, yeşil gözlüydü onun da yara izi tarafından tekirden geri kalır bir yanı yoktu, fakat gözlerinde daha hınzır bir ifade vardı. Tekir olan:

– Sen bizim çöplüğümüzde ne yapıyorsun haaaa? Diye sordu.

– Sadece  biraz artık alacaktım, dedim tedirgince.

– O zaman git başka yerden al, dedi siyah olan.

Kavga istemediğim için oradan uzaklaştım ve çöpçülüktense avlanmayı tercih ettim. İlk olarak bir grup serçede şansımı denedim ama olmadı. Sonra bir fare yuvasının önüne pusu kurup beklemeye başladım (biz kediler çok sabırlı avcılarızdır). Sonunda içeriden bir fare çıktı ve üzerine atladım boynundan ısırdım ve yemeğimi güvenli bir yere çekip yedim. Sonra da birkaç köşeyi kokladım fakat hepsinde başka bir kedinin kokusu vardı, şansımı bir de ağaçlardaki kuş yuvalarında ve boş kovuklarda denemeye karar verdim. Şansıma üzerine çıktığım ilk ağaçta güzel sıcak ve boş bir kovuk vardı. İçerisi loştu ve zemin yosun kaplıydı, bir kuşun eski kokusunu da barındırıyordu. Köpeklerin kafasını sokamayacağı kadar dar bir girişi vardı ve gayet yüksekti, benim gibi tırmanmaya alışkın olan kediler için tırmanması kolaydı fakat alışık olmayanlar tırmanamazdı.

Akşam yatacağım yeri bulmuştum ve neredeyse akşam oluyordu. Ayrıca yağmur bulutları da yakındaydı ben de fazla oyalanmadan yatağıma kuruldum. Akşam beklenen yağmur başladı oyuğumdan sırılsıklam olan kedileri ve köpekleri izlerken kuru ve rahat yatağımda uyuya kaldım. Gün doğunca loş, yosun kaplı oyuktan çıkıp yağmur kokulu, günlük güneşlik olan dallardan sokağa indim dün yakalayamadığım serçelerden birini yakalayıp kendime ziyafet çektikten sonra da ağacın altında birikmiş sudan biraz içtim. En sonunda bir keşif gezisi için hazırdım. Sokaktan sokağa geçtikçe telaşla mektebe giden küçük erkek iki ayaklıları, telaşla koşturan erkek iki ayaklıları izlerken içimden onların telaşına gülüyordum.

Güzel güzel gezdikten sonra sahile indim fakat az bir farkla kayığı kaçırmş olduğumu gördüm. Ne yazık ki Peynirci Osman da ben de bir sonraki günü beklemeliydik. Şehirde dolaşmanın keyifli olacağını düşündüm ve dolaşmaya başladım. Fakat bir süre sonra peşime birkaç kuduz köpeği takmış ağacımdaki oyuğa son hız koşuyordum. Pati çabukluğuyla ağaca tırmandım ve kuyruğumu köpeklerden zor kurtardım. Köpekler beni yakalarsa ne olacağını  düşünürken ağacımdaki oyukta yerimi almış, nefesimi toparlamaya ve uyumaya hazırlanıyordum. Bir sonraki gün başıma ne geleceğinden haberim bile yoktu. Bir önce yaptığım her şeyi yaptım ve yine fare avladım (bu kez kuşlarda şansım yaver gitmedi), su birikintisinde kalan suyu içtim ve dolaştım. Ancak sahilde gezinip kayığı beklerken içime garip bir his doğdu, fazla aldırış etmedim aslında keşke dikkate alıp olacaklara hazırlansaymışım, neyse iş işten geçmişti bile.

Kayık gelince rahatladım ve içine atlamak için hazırlandım. Sonra içinden bizim Peynirci Osman çıkmasın! İlk olarak beni görmedi, herhalde yere bakarak yürümüyor. Ayağına sürününce ne olduğuna bakmak için gözlerini yere dikti ve beni görünce de çok sevindi. Ah o koca göbeğini, komik bıyığını, tuz kokan ellerini ve neşe ile parlayan gözleri ne de özlemiştim! Beni kucağına aldı ve gezmeye başladık. Hem miyavlıyor hem de mırlıyordum. Ona neler neler anlattım ama sadece gıdımı kaşımakla ve bana güzel bir ses tonuyla mırıldanmakla yetindi. Tabii onun kedice bilmediğini unutmuştum ama neyse. Bir anda kalabalığın içine girdik. Büyük kulenin tepesinde kuşa benzeyen dev bir canlı kanatlarını açmış uçmaya hazırlanıyordu. Daha iyi görebilmek için Osman’ın kucağından atlayıp yakındaki bir ağacın üst dallarına çıktım. Oradan daha net göründüğü için onun bir kuş değil kanat gibi şeyler takmış bir iki ayaklı olduğunu anladım. İki ayaklının iki yanındaki kanatımsı şeyler ve onları kendine bağladığı düzenek çok karışıktı. Kanatları sopalarla desteklemiş ve muhtemelen evindeki çarşaflarını kullanmıştı, vücuduna bağladığı düzenek ise bir halat ve tahta topluluğundan oluşuyordu, güneş tam arkasında olduğu için yüzü seçimiyordu fakat adamın dua okuduğu her halinden belliydi. İki ayaklı koca kuleden kendini bıraktı ve bir kuş gibi süzülerek bizim oralara kadar gitti. Bu sessizliği Peynirci Osman’ın seslenişi bozdu:

– Dumaan gel eve dönelim de sana peynir vereyim!

Hiç diretmeden aşağı, onun kucağına indim. Böylece iki dost eve doğru yola koyulduk.

Bir sonraki günün sabahı tahta tasımdaki peyniri yedim eski püskü kasedeki suyumu içtim. Dışarı çıkıp beklemeye başladım. Neyi beklediğimi bilmiyordum ama Kazım Amca’nın geldiğini duymadım, Ayşe Teyze ile Sevim’e kendimi sevdirmedim. Sonunda Hüsnü Ağabey’i görünce sadece ağaca çıktım, Karabaş’a laf atmadım. Hiç gelmeyen bir müşteriyi görünce aşağı indim ve etrafına toplanan kalabalığın altından geçerek adamı gördüm. Kısa boylu, tıknaz bir adamdı elinde bir zurna bir de yazı vardı. İlk önce zurnayı çaldı sonra elindekini okumaya başladı:

– Galata Kulesi’nden uçarak buraya kadar gelen Hezarfen Ahmet Çelebi, padişahımız onu tehlikeli bulduğu için bu ülkeden sürgün edilmiştir, dedi.

Demek o uçan adamın adı buymuş. Aslında yazık olmuştu. Ama kimse padişaha direnecek kadar şapşal olamazdı. Padişah herkesi sürgün edebilir hatta kellesini uçurabilirdi. İşte bu yüzden kimse ona bulaşmayı göze alamazdı. Fakat bir kedi olarak ben padişahın kurallarına uymak zorunda değildim. Sonuçta bir gün Peynirci Osman dükkana gelmeden kalktım ve gittim (iyi ki bir önceki gün tasmamı çıkartmıştı). Hezarfen Ahmet Çelebi’nin izini bulmam kolay omadı. İlk önce şehirlere baktım ama orada bulamayacağımı bilmem gerekirdi, sonra iki atın çektiği bir yük arabası gördüm. Atlardan biri yağız, genç bir aygırdı. Kürkü pırıl pırıl simsiyahtı. Diğeri ise orta yaşlı doru bir aygırdı. Doru olan bana daha sakin gibi geldi ve ona yöneldim:

-Affedersiniz, adınız nedir acaba?

At başını eğerek:

– Yok, dedi.

Şaştım kaldım doğrusu. Buralarda bir atın daha doğrusu bir hayvanın adının olmaması kedide şaşkınlık uyandırırdı. Doru at bana bakmayı sürdürerek aksi bir bunak gibi:

– Şimdi çekil yolumdan ezerim yoksa! dedi.

Daha da şaşırdım. Diğer ata dönerek:

– Pardon, adınız nedir?, diye sordum.

At başını biraz eğdi ve:

– Kara Sultan, dedi.

– Acaba nereye gidiyorsunuz?

– Ülkenin dışına, Mısır’a.

Doğrusu Mısır neresi bilmiyordum. Ama ülkenin dışına çıkmalıydım. Bunun üzerine ben de başımı kaldırıp olabildiğince şirin bir tavırla Kara Sultan’a baktım ve:

– Eğer yük olmayacaksam sizinle gelebilir miyim?,diye sordum.

– Tabii, bir kediden ne olur ki, dedi.

Ben de arkadaki eski yük arabasının üzerine sıçradım, kendime yumuşak yastıkların arasında, korunaklı ve görünmeyeceğim güzel, sıcak bir yer yaptım; içinde kıvrılıp uyumaya çalıştım. Bir süre sonra arabanın tıngırtısıyla uyandım. Kediler sallanmayı sevmez, bu yerde tırnaklarımı her tarafa geçirmiş şekilde kendimi düşündükçe içim bir garip oluyor. Neyse, biz bol mola vererek tıngır mıngır ilerlerken günler geçti. Arkadaki peynir çuvallarından peynir aşırıp yiyordum arada bir. Artık zaman kavramımı kaybetmiştim. Böyle gittiğimiz bir gün arabacı iki ayaklı birdenbire arabayı durdrurdu. Ne olduğunu anlamadım başta. Sonra arabacı ile başka bir adamın konuştuğunu duydum :

– Arkada yeriniz var mı?, diye sordu yabancı iki ayaklı.

Arabacı iki ayaklı da cevap verdi:

– Eğer rahat bir yer istiyorsan yok ama pek rahat olmayan bir yer istiyorsan buyur, arabam senindir, dedi.

Arkaya doğru gelen ayak sesleri duydum. Sonunda kara sakallı, uzun boylu, kalın kaşlı, kahverengi gözlü bir adam belirdi kapının eşiğinde. Yerim belli olmasın diye iyice sindim yastıkların arasına. Artık daha dikkatli olmalıydım ki iki ayaklılar beni görmesin.

Şimdi arkada, yanımda kalan iki ayaklı görmesin diye sadece molalarda dışarı çıkıp yemek yemeye cesaret ediyordum. Bir gün ben böyle peynir yemek için dışarı çıktığımda yanımda kalan iki ayaklı normalden daha kısa sürede içeri geldi ve beni peynir yerken gördü. Sıkı bir dayak yiyeceğimi düşümüp büzülmüşken usulca yanıma yaklaştı, elini kaldırdı ve yavaşça aşağı indirip kirden, çamurdan ve tozdan simsiyah olmuş gri kürkümü okşamaya başladı. Ahh! Ne kadar da özlemiştim o yumuşak okşamayı.

Bir anda Peynirci Osman geldi aklıma, ne de güzel okşardı beni. O tombul elleriyle gri (o zamanlarki) kürkümü bir de o parlatırdı. Ne çok özlemiştim eski sahibimi. Öyle uzun zaman olmuştu ki… Belki de unutmuştu beni, daha iyi fare yakalayan bir kedi almıştı kendine. Fakat ben onu hiç unutmayacak, yüreğimin bir köşesinde saklayacaktım.

Ben böyle düşünürken fark etmeden kaslarım düzelmiş, Bedenim beni okşayan ellerin altına serilmişti. Bir süre sonra yüksek sesle mırlamaya başladım. İki ayaklı da mutlu olmuş, rahatlamış görünüyordu. Arkadan gelen homurtuları (benim mırlamamı) duyan arabacı iki ayaklı ikimizi gördü ve ne olduğunu anlamayan gözlerle baktı:

– Bir kedi buldum burada, çok sevdim benim oldu. Eğer onu burada istemiyorsan sana vereceğim parayı da istemiyorsun demek oluyor bu, dedi beni okşayan iki ayaklı.

Teslim olmuş gözlerle baktı ona arabacı iki ayaklı. Demek yeni sahibim oydu. Sorun değildi benim için sevmiştim onu. Arabacı iki ayaklı gittiğinde kulağıma kadar eğildi ve bana fısıltıyla:

– Benim adım Hezarfen Ahmet Çelebi. Sanırım senin adın da artık “Arkadaş” olacak çünkü her gittiğim yerde benimle olacaksın, dedi.

Sonunda Hezarfen’i bulmuştum ve bütün hayatım onunla geçecekti demek. Kalktım kucağına oturdum ve olabildiğince yüksek sesle mırlamaya başladım. Gözlerimi ona diktim. Hezarfen de sanırım-bu-seni-kabul-ediyorum-demek-bakışlarıyla bana baktı ve kürkümü okşamaya devam etti. Bir süre sonra gözlerimi kapadım ve uzun zamandır ilk kez rahat bir uykuya yattım…