Beni annem, Şubat’ın 19’u, çok karlı bir gün, Amasya’nın tek doktoruyla inatlaşmış olduğu için ve adamcağız köylerden birinde mahsur kaldığı için evde doğurmuş. O gece Beyaz Kelebekler’e bileti varmış, gidemediği için üzülmüş… İsmim Koray olacakmış aslında bu doktor yüzünden, ama annem inat etmiş, bu bir kız diye: çünkü bana hamileyken ağzına kaşıkla kahveyi doldurup uyuyormuş, sabaha kadar cuk cuk cuk… Ordan yani, kız.
2010 yılında, Ocak’ın 23’ünde Eloş’u İstanbul’un en tiki hastanelerinden birinde doğurdum. Sigortamız olmasaydı, Antoine beni evde doğurturdu, o kesin… Emine de ebeliğe talipti zaten…
Ela çok geç geldi, beklerken fıttırıyordum nerdeyse… O gün acayip kar yağdı, doktorun arabasının üstüne direkler devrildi, ben inat ettim, “normal doğum yaparım” diye, 11 saat inat ettim, anneme çekmişim. Ben duvardaki posterde tashih bulurken ve inlerken Eloş 4 kilo 200 gr olarak sezaryenle dünyaya geldi. (Tashih de şöyle: Gynecology/Gaynecology)
Eloş’u alıp yanağıma koydular: Ben bundan böyle hiç kimseye kızamam/kıyamam diye hissettim. O sevgi seli esnasında doktoruma şöyle bağırdığımı çok net hatırlıyorum: “Bi daha doğurucam, gene sizinle doğurucaaaam!”
7 gün biraz tuhaf geçti, evde pembe yanaklı bir sumocu, ben şaşkınım… İlk doktor kontrolü bedavaymış. Aldık kızı, gittik annemle beraber.
Tiki hastane doktorunun telefonları susmak bilmiyor. Bir eliyle bana işaret ediyor, bebeği soyun diyor herhalde ve motorize konuşuyor (hızlı hızlı okuyun!): “Anne bebek çok özel. Emzirme çok özel. Karanlık şart. Misafir yasak. Gaz olacak, çok olacak, ilacı var. Hıçkırık çok olacak, ilacı var, limon sakın ha… Emzik yasak, biberon yasak. Gerekirse sütünüzü sağın, çay kaşığıyla kuş besler gibi 3 damla verin. Televizyon 3 metrede olacak, wi-fi araştırmaları karmaşık. Babası sakın Fransızca konuşmasın, çok araştırma var, kekeme olur, 3 dil öğrensin ama ilkokulda öğrensin. Kaka yapmayabilir, olsun ilacı var. 40 gün yıkamayın, gerekirse silersiniz, ama steril silin. Sakın bebeği göğsünüzde filan uyutmayın, alışır, şımarır. 3 damla bundan bundan bundan, 3 damla da bundan, amaaaniin sen ne tatlı bişeysin böyleee…” (Toplam süre: 15 dakika. Çocuğu soy/giydir dahil.)
Çıktık. Küçücük bir travma geçiriyordum. Hangi 3 damlayı çocuğun neresine damlatacağımı anlayamadım ama 7 günlük çocuğun okul mevzularına acilen eğilmem gerektiğini o gün idrak ettim… Anneme sordum sen ne anladın diye. Annem dedi ki: “3 damla limon damlatırız artık herşeye…”
Bebek görmeye lise arkadaşım Eser geldi. Laf lafı açtı, Lal’in doktoru Mehmet Bey’i önerdi bana, dedi ki: Süper bi insan…
Gittik. Mehmet Bey ıslık çalarak ve gülümseyerek muayene ediyordu Ela’yı, ben şok. Elimde destansı bi liste vardı, Mehmet Bey bacak bacak üstüne attı, kolları ensesinde bağlı, sabırla tüm aptal sorularımı cevapladı. Aslında hepsini cevaplamadı, bana niye diye anlattı, otomatikman tüm liste cevaplanmış oldu. Aklımda ekstradan 4 şey kaldı: “Mis kokulu bebe losyonlarını asla sürmeyin, onlar ana babaları mutlu etmek için icad olmuş şeylerdir, zeytinyağıyla bol bol yağlayın çocuğu. Bu zamanları sonradan çok arayacaksınız, tadını çıkarın. Çocuğunuzun yaptıklarını/yapamadıklarını başka hiç bir çocukla kıyaslamayın. Olmazsa olmaz tek şey: Ev 18 derece olacak.” (Toplam süre: 45 dakika. Çocuğu soy, giydirme bile sorun değil).
Annem de çok sevdi Mehmet Bey’i, 18 derece bölümü hariç 🙂
1 ay geçmeden Ela’nın geceleri uykusunda tuhaf bir hırıltı çıkardığını farkettim. Fena halde kafayı taktım. Antoine’ı hiç iplemeyip, bir sandalye çektim karyolanın yanına, elimde kamera. Aklımsıra kızımın içindeki yeşil canavarın sesini kaydedip, ertesi gün Mehmet Bey’e mail atacağım ki, çocuğuma acilen astım (emindim) teşhisi koysun. Sabaha kadar hiçbir şey kaydetmeyi başaramadım ama sinema tarihinin en güzel ‘Blair Witch Project’ serisini çekmeyi başardım. Yere düşen bir kamera sesi, pijamalarım ve terliklerim. Sabah erkenden aradım Mehmet Bey’i, anlattım bunları bir bir, çekemediğimden dolayı da oldukça mahçuptum. Mehmet Bey sakin sakin bir şeyler anlatıyor, ben bir stetoskop lafı duyuyorum. Hemen bir tane edinin, çocuğu güzelcene dinleyin, nerden alınır acaba bu zımbırtı, ulen keşke bir tane bulundursaydık evde, nasıl düşünemedim diye hızlı hızlı düşünürken, Mehmet Bey’in sesiyle kendime geldim: “Kontrole geldiğinizde onunla dinliyorum ben zaten Ela’yı, sizin bir şey yapmanıza gerek yok, rahat rahat uyuyun…” dedi. Anladım, sustum.
2 sene boyunca tüm kontroller müthiş bir huzurla ve tatlılıkla geçti. Şimdiye kadar tüm hastalıkları, eczanede hazırlattığımız Kara Damla’yla geçirdik çok şükür. Son derece mantıklı bir beslenme şekliyle sebze sever bir bebemiz oldu. Televizyon çocukları bıngıl yapar dedi Mehmet Bey, açmadık hiç. Ela tv ekranına ayna muamelesi yapıyor hala ama tiyatro aşkı dillere destan. Fena bir pişik vakasında ta Amerika’dan aramasıyla şaşırttı beni, utançtan yerin dibine geçtim. İlk başlardaki tuhaflıklarım, Mehmet Bey’in ince ayarlarıyla azaldı, sadeleşti. Akıl sağlığım yerindeyse kendisine çok şey borçluyum. Aslında onun bu kadar sade bir doktor olmasına…
Ela doğduğundan beri düşünüyorum: Biz daha rahat, daha normal büyüdük. Mahallede oynarken kan ter içinde kalsam bana su verecek, ekmek arası bir şey verecek bir komşu teyzem hep vardı. Sebzeler/meyveler zamanında çıkardı, “eski ağıza yeni taham, hah hah hay” diye bir lafla yerdik salatalığı. Bildiğimiz tek fast food Vardar Dondurma’nın sosisli sandviçiydi. Oyuncakçıdan anladığımız şey Amca Bey Kırtasiye’ye gelen yeni pullar ve annemden habersiz buzdolabından söktüğümüz mıknatıslardı. Bildiğim tek krem, komşumuz Sema Hala’da uyuduğum gecelerde “Yattım Allah kaldır beni nur içinde daldır beni” tekerlemesiyle yüzüme badana yaptığım Arko Krem’di. Televizyondaki en pis şey Dallas’tı, zaten iznimiz yoktu seyretmeye, “Vataşiva Candy” benim tek eğlencemdi… Hayalini kurduğum tek şey Dudak Ciklet kutusuydu, üstünde bebek resimleri olan. Kollarım, dizlerim hep kabukluydu benim, çok düşerdim, kabukları soymaktan da acayip zevk alırdım. Abimler oyun olsun diye tebeşir suyu içirirlerdi bana, ateşim çıkardı çok. Habire burnum kanardı, annem Hacettepe’ye götürüp yaktırırdı kılcal damarları. Bademcikten çok hastalanırdım, çok penisilin yedim popodan, ölmedim… Oysa ki şimdi aklım çıkıyor, birgün Ela’ya ilaç vermeye, salatalık vermeye…
Bence eskiden anneler daha normal insanlardı, bizim gibi panik atak değillerdi, etrafta insanı bu kadar endişelendirecek bilgi bombardımanı da, bluetoothlu doktorlar da yoktu. Bir de ne yalan söyliyim, kendim dahil, bu kadar b.kunda boncuk bulmuşluk da yoktu. Herkes daha sadeydi. Çünkü hayat daha sadeydi…
Amasya’da evde doğmuş ve 4 yıl boyunca bir teki deri, bir teki süet Esem Sport’la dolaşmaya gocunmamış bir çocuk olmama rağmen, şimdilerde tamamen rehabilite olmuş bir anne olduğumu söylersem süper yalan olur. Ela hakkında her daim endişeliyim. Ela bir gün beni annane yaparsa torunum için 3 damlam bile hazır: 1- Burnuna: Kara Damla. 2- Gözüne: Dünyaya gelen büyüyor. 3- Kulağına: Annemin lafı “Biz sizi veterinerle büyüttük ya, her şeyi siz biliyorsunuz”.
“eski ağıza yeni taham, hah hah hay” diye bir lafla yerdik salatalığı…demişsiniz ya,”eski ağza yeni tat” olacak 🙂
anneme sorucam ama ‘bulmacalarda çıkıyo, taam, taham, tahkam vs vs ‘ diyeceğine adım gibi eminim :)))))
sordunuz mu annenize,ne dedi merak ettim.
sordum sevgili abuzer kadayıf: diyor ki, taam yemek demekmiş, eski ağıza yeni yemek yani… bulmacalarda çıkıyormuş :)))))
Başlığa cevabım hayır. Ben seviyorum oramı buramı kanatmayı. Sonuçta o da emek, yetenek gerektiriyor. Bence o da bir başarı.
elif, yaşasın kabuklular o zaman 😉
Çok beğendim. Bir de şu Mehmet Bey’i ve Kara Damla’yı çok merak ettim.??
gözde, mail at istersen oykuakin@gmail.com‘a. kara damla’yı yazmak haddim değil tabi ki ama mehmet bey’i nasıl bulabileceğini söyleyeyim. teşekkürler, sevgiler.
yazınızı çok beğendim. ben de kabuklulardandım, ben de “eski aaza yeni taam” deyip çağla ve erik yerdim. ben de ben de 🙂
:)) teşekkürler elif. çağla çekti canım valla 😉
Önce gülümseyerek, sonra kahkahalarla okudum, bol düşündüm. Eline sağlık Öykü. Harika tasvirlerle anlatmışsın. Takipteyim. 🙂
sağol arkadaşım. yine bekleriz 😉
Annem çocuk doktoru, ama rahat olanlardan… o yüzden eş zamanlı doğum yaptığım arkaddaşlarımın panik atak hallerini uzunca bir süre kavrayamadım: banyo suyu derecesi ölçmeler, oda sıcaklığı ayarlamalar.. o yasak bu yasak. sanki artık çocuklar anneye ceza olsun diye doğuyorlar.
Bize herşey serbest. denedik oğlum beğendi devam ettik, beğenmedi kestik. Bizim doktor anneannenin tek şartı var o da dengeli sevgi ve ilgi…
çok güzelmiş. dengeli sevgi ve ilgi lafını unutmayacağım. teşekkürler 😉
Yazının içeriği gayet tanıdık.Ama ben belki de son günlerde canımı sıkan bir konu olduğu için dizlerdeki yaralara takıldım. ‘Çocuk dediğin düşe kalka büyür’ lafının bir sınırı var mıdır acaba?.Her düşme masum mudur?.İnsan yeni yürümeye başlayan çocuğu sendeleyip poposu üstüne ya da kolu bacağı üstüne düştüğünde ‘ yok bir şey ,kalk oğlum’ der de niye koltuktan ya da yataktan düşüp kafasını çarptıysa içi cız eder, paniğe kapılır, içini endişe kaplar.Görünen yaralar gün geçtikçe kabuk bağlayıp daha sonra da geçtiği ya da geçeceğini bildiğin için görünmeyen hasarlara yol açan düşmelerden daha olgun karşılanabiliyor.Bu yaklaşımda normal olmayan bir şey var mı bunu merak ediyorum. Dengeli sevgi ve ilgi denen şey ne olursa olsun her düşmede relax olma durumu mudur?.
hasar tespitini doğru yapabilmek mühim ipek hanım. bizimki yürümeye başladığında düştü, dudağı azıcık patlamıştı. ben o sırada ağlama krizi geçirdiğim için buz koymaya çalışırken o buzu yutturdum çocuğa. nerdeyse boğuyordum. oysa ki geçen hafta yataktan kafaüstü düştü, son derece sakince, yapmam gerekenleri yaptım. bu ayrımı yapabilmek zaman ve vukuat gerektiriyor 🙂 her düşmede relax olmak diye birşey yok tabi ki… sevgiler.
Ne güzel yazmışsınız. Yazınızı okurken ben de Esem sport lastik ayakkabılarımı hatırladım. Sonra her ateşlendiğimizde antibiyotik veren çok sevdiğim çocuk doktorumuzu hatırladım. Ağzının kenarında sarkan bir sigarası vardı hep. Biraz kansız görünürsek kalçadan demir iğneleri yerdik. Babam doktor olmasına ragmen bize kıyıp iğneleri kendisi yapamazdı. Sağlık memuru Necmi amcamız gelirdi bu iş ifa etmeye. Doktor çocuğu olmamızın tek avantajı iğnelerin babamın enjektörleri ile yapılmasıydı. Camdan enjektörleri ve iğneleri aluminyum bir kutunun içine suyla beraber koyarlar ve sobanın üstüne kaynamak üzere bırakırlardı. Ayvalık’ın merkezinde şimdilerde pek meşhur olmuş İmren pastanesinin üstündeki evimizde keyifli bir çocukluk yaşamışız da farkında değilmişiz. Yazının benle ilgili kısımlarına da ayrıca teşekkürler. Sevgiler