Geçen hafta yağmur yağacak demiştim ben size, değil mi? O halde beklemeye devam, ha gayret, gökkuşağını görmemize az kaldı!
TRT’nin tören eşliğinde açılıp kapandığı yıllardı. Her sabah ve akşam rap, rap, rap askerler yürür, ben saklanırdım. Asker abiler televizyonumuzun içinden beni görüp, ayağa kalkıp İstiklal Marşı’nı söylemediğimi ve (o zamanlar söyleyemeyecek kadar küçüktüm, hoş ne söylendiğini de anlamıyordum) koltukların arkasına saklandığımı fark ederlerse ne yapardım acabayı düşünürdüm. Beni annemle babamdan ayırırlar mıydı? Asker korkmak demekti. Ama Hulusi Kentmen sağolsun, polisi sevdirdi. Pos bıyıklarıyla, babacan tavırlarıyla hep haklının, ezilenin yanında oldu yıllarca. Askerden korkulur, polis sevilirdi demek ki o yaşımda. Hem bir akrabamız vardı bizim, adını hiç öğrenmedim çünkü hep “polis dayı” diye seslendim.
Gel zaman git zaman, büyüdüm, üniversiteli oldum. Okulun içinde volta atan çok “komik” sivillerimiz oldu… Komik dediğime bakmayın kaç arkadaşımın yüzünü morarttılar, kolunu kırdılar sayamadım. Komiktiler çünkü sayelerinde literatüre “solcu halayı çekmek” diye bir kavram girdi… Daha sonra ideolojik halay olarak son şeklini aldı bu yeni dans türü… Onlar olmasa yıllarca dümdüz halay çektiğimizi sanacaktık, kıymetimizi bildiler… Üniversitede sivil polis ne arıyor demeyin, artık devir değişti bunun çeviği var, robocopu var. YÖK dedik, parasız eğitim dedik sağolsun sırtımızdan sopayı eksik etmedi polis abilerimiz, ablalarımız. Sayelerinde soluduğumuz biber gazları, zihin açıklığı verdi. Hep daha fazlasını istedik. Barış dedik, parasız eğitim parasız sağlık dedik, ama onlar yetmeyen maaşlarının, ödenemeyen faturaların, gidemedikleri yerlerin, kuramadıkları hayallerin, çocuklarına alamadıkları oyuncakların, amirlerinden yedikleri bütün azarların acısını bizden çıkardılar belki de… Başka türlüsüne aklım ermez benim… Yoksa hiç tanımadığın bir insana nasıl ve neden bu denli şiddet gösterir ki insan? Sadece barış istedikleri için mi? Herkes için parasız sağlık, parasız eğitim istedikleri için mi? Hulusi Kentmen’ler yoktu, artık polisleri de sevmiyordum bu yeni yaşımda… Korkmuyordum da…
İstanbul’u karlar kaplamıştı yıllar önceydi… Neydi, nedendi tam hatırlamıyorum, ama evdeki hesap çarşıya uymamış olsa gerek ki o polis abiler yine dövmüştü bizi… Aman kameralar çekmesin, evdekiler görmesin derken, ertesi gün gözaltı yorgunluğuyla eve zar zor atmıştım kendimi. Her şey normaldi, kimse bir şey izlememiş, görmemişti. Koca bir “ohhh”. Bir de evde nasihat faslı çekmeyecektim. Derken evin Bacaksız’ı geldi. Şimdi koca adam olduğun için ismini veremeyeceğim, o yıllarda 3,5’tan 4 yaşında olan ve benimle çok iyi geçinen bıdık beni görünce ağlamaya başlamıştı. Yanına gidip ne oldu diye sorduğumda, öfkesini kontrol edemeyerek tekmeler savurmaya başladı. Var gücüyle haykırıyordu: “Yalancı, hırsııııııız! Televizyonda gördüm işte, polisler yakaladı seni, hırsız, git buradan, seni artık sevmiyorum!…” Koca ev halkı içinde televizyondaki beni seçen ve karşılaşma anına kadar kimseciklere bir şey çaktırmayan küçük dostum beni hırsız sanmıştı. Onun dünyasında polisler hep haklıydı ve kötüleri yakalardı! Zedelenen imajıma yanayım, durumu bütün ev halkına açıklamak zorunda kaldığıma mı, yoksa bıdığın güvenini kırdığıma mı? Neyse ki kısa bir konuşmanın ardından yaptığımız gıdıklaşma faslından sonra polislerin sadece hırsızları yakalamayacağına ikna oldu, oldu da; o zaman ben kimdim? Ayıkla pirincin taşını. Birkaç gün bu muhabbeti sürdürdük. İyi şeyler istediğimden emindi artık ama o zaman iyi şeyler isteyenleri neden polis döverdi, tutuklardı? Birkaç gün sonra beraber haberleri izliyorduk. Koyun koyuna yatağa uzanmış, parmağımızla tavana sadece ikimizin görebileceği resimler yapıyorduk. ABD, Irak savaşına yeni başlamıştı. Kulağım haberlerde, elim bıdığın işaret etiği yerdeydi, rengarenk bir gökyüzü boyuyorduk. Ben bir süre takıldım, habere odaklandım. Bizimkinin çıtı çıkmıyor, iyi… Burnumu sıkan minicik bir el ile irkildim. ” fındaaaa, fındaaaa” diyordu ısrarla. Döndüm: “Bu Azrail neden asker kılığına girmiş, oradaki insanlar ölürken korkmasınlar diye mi?” Höynk! Boğazım düğümlendi, bir yudum su lütfen! Çok geçmeden öğrendim ki mahallemizde birisi ölmüş, bizimki de ölüm nedir, necidir diye sorarken anneannesi Azrail denen ölüm meleğini anlatmış. İnsanlar korkmasın diye Azrail’in bazen bir kuş, bazen bir kedi, bir oyuncak, ya da araba şeklinde geldiğini, söyleyip çocuğu psikopata bağlamış. Evet, nihayetinde tespit doğruydu, askerler ölümdü ve bunu fark ettiğinde bıdık için de asker korkulacak bir şeydi artık. Upuzun sarılıp, yanımda uyudu. İçini çekerken; “Hiç korkmuyorum çünkü sen polislere karşı geliyorsun, askerlere de gelirsin beni korursun” dedi.
Karışık bir hafta oldu bu. Kutlanacak çok şey var… Polis teşkilatının kuruluş yıldönümüymüş mesela… Hulusi Kentmen’lerden, Behzat amirimden, Hayalet’ten, Akbaba’dan, hatta ve hatta Harun’dan kaldıysa, yani onlar gibileri kutlayalım. Aslında ben özel günler içinde en çok yerli malı haftasını severim ya, neyse…Kafasına kartondan yapılmış elmalar, armutlar takan çocuklar gelir aklıma, gülümserim her defasında.. Bu sene kaçırmışım, artık seneye… Metin Göktepe’nin doğum günüyle polis teşkilatının kuruluş gününün aynı olması, “o kadın”ın değil, o adamların, o insanların vicdansızlığı acıtır elbet içimizi. Sonra hep genç kalan biri daha var bu hafta… Metin’le aynı gün doğan, farklı bir zamanda, farklı bir mekanda, farklı bir üniformanın öldürdüğü… Öldüğünde benden büyük, bugün tam dört yaş küçük, hep yirmi dört yaşında kalacak olan Rachel Corrie… ABD’li Rachel, Gazze Şeridi’nde Filistinlilerin evlerini yıkmak üzere harekete geçen bir İsrail buldozerinin önüne geçmiş ve yıkımı engellemek isterken bu buldozer tarafından ezilerek öldürülmüştü… İyi ki doğdular, keşke bugün de yaşamaya devam ediyor olabilselerdi…
Gelelim bu haftanın kitabına; çocuk haklarına, insan haklarına:
Defne ve Hayal Merdiveni
Çocuk hakları konusunda farkındalık yaratmayı amaçlayan “Çocukların Hakları, Çocukların Kitabı” adlı projeden bahsetmek istiyorum. İsveç Yazarlar Birliği ve Anadolu Kültür tarafından İstanbul İsveç Başkonsolosluğu’nun desteğiyle hayata geçirilen proje kapsamında beş İsveçli yazar hikayeler yazdı, beş İsveçli çizer de resimler yaptı. Bu hikâyelerin resimleri ve resimlerin hikâyeleri ise İstanbul, Çanakkale, Bursa, Samsun ve Diyarbakır’da düzenlenen yaratıcı yazı ve resim atölyelerinde çocuklar tarafından üretildi. Leyla Sakpınar, Şiir Özbilge ve Ali Arda tarafından yürütülen atölye çalışmalarına 187 çocuk katıldı ve hazırlanan kitaplar Ayrıntı Yayınları işbirliğiyle yayınlandı.
Defne ve Hayal Merdiveni ise proje kapsamında yer alan bu beş kitaptan biri. Bursa Metin Atölyesi’nin kollektif çalışması. Per José Karlén’in illüstrasyonlarıyla canlanan bu keyifli öykü, ciltli, parlak kuşe kağıt baskılı bir kitap. Özellikle okul öncesi Bacaksız’ların keyifle okuyacağı ve resimlerine bakmaya doyamayacağı bir türden. Bol resimli ve az yazılı.
Hikayemizde sıradan bir şehirde yaşayan sıradışı bir kız var; Defne. Harikalar harikası hayalleri Defne’nin odasına sığmayınca bir hayal merdivenine ihtiyaç duyuyor ve bu merdiven onu, yaşadığı hayalleri kısıtlanmış dünyadan kurtarıp mavi gökyüzüne taşıyor. Gökkuşağının üzerinde yaşayan sevimli köpek Havuç, Kaptan Baykuş ve Defne’nin, Hayal Avcısı’na karşı verdiği bu mücadeleyi soluksuz dinleyeceklerinden emin olun.
“Bu şehir de diğer şehirlerin aynısıydı. Bu şehirde arabalar, insanlar, camiler, zeytin ağaçları, kuleler ve evler vardı. Bu evlerin tek farkı her çocuğun olduğu evin çatısından gökyüzüne uzanan bir hayal merdiveni olmasıydı. Şehrin tam orasında kule vardı. Bu kulenin etrafında yeşil çimenler, çimenlerin etrafında da insanlar vardı. Ancak bu şehirde büyük ve kara bir yağmur bulutu vardı. Ama insanlar bu bulutu umursamaz, keyifllerini bozmazdı. Bu yağmur bulutu yalnzca hayal kuran çocukların evinin bir de hayal merdiveni olan evlerin üzerine yağmur bırakırdı. Bunun nedenini kimse bilmiyordu.”
Umarım Defne gibi tüm bacaksızların hayalleri hiç bitmesin,tükenmesin!
Haftaya görüşmek üzere!
elin kolun kalemin dert görmesin… iş yerinde ağlar mı insan?
Kalemine sağlık…