Annem kız kardeşim ve ben üniversiteye başladığımızda herhalde “nihayet çocukları büyüttüm, üniversiteye yolladım” diye düşünüyordu. Kız kardeşim ve ben aynı anda üniversiteye başladık. İkimiz Ankara’nın iki okuluna dağıldık. Evden birlikte çıkıyor, Kızılay’da ayrılıyor, birimiz Cebeci otobüsüne biniyor, öbürümüz ODTÜ dolmuşlarına gidiyordu. Doksanların ilk yarısıydı. Biz üniversite de okuduğumuz yıllar boyunca Türkiye giderek daha kötü bir hal aldı. İşkence, neredeyse süresiz gözaltı süreleri. Gözaltında kaybetme, copla kol bacak kırma. Bunların hepsi vardı ve gerçekti. Bizim, arkadaşlarımızın, tanıdıklarımızın başına geliyordu. Ama öğrenci eylemleri durmadı. Baskı arttıkça, eylemler de arttı.
Kız kardeşim ile bir gün evden yine birlikte çıktık. O ODTÜ dolmuşlarına bindi, ben Cebeci otobüsüne. Cebeci kampüsü öğlene doğru çalkalanmaya başladı. Herkes ODTÜ’de eylemler oluyor duydunuz mu, polis ve jandarma çok ağır müdahale etmiş diyordu. Bir televizyon bulup, açtık. Kalabalıktık. Sonra kız kardeşime benzeyen birini gördüm televizyonda, etrafında, beş altı jandarma ve polis, onu yere düşürmüş, tekmeliyor, sonra yerde sürükleyerek götürüyorlardı. Sabah evden birlikte çıkmıştık. Tost yiyip, çay içmiştik.
Kalbim duracaktı, ama durmadı. Etrafımdakiler nereye götürdüklerini bildiklerini söyledi. ODTÜ civarındaki jandarma karakoluna gittim. Kız kardeşim oradaydı. Karakol soğuktu. Yemek yoktu.
Elim eve boş geldim Bütün bu anıların arasında sadece bunu anneme nasıl söylediğimi hatırlamıyorum. Belki televizyonda kendisi görmüştü, belki ben söylemiştim, hatırlamıyorum. Akşam televizyonu açmadığımızı hatırlıyorum ama. Bir de annemin kız kardeşimin en çok sevdiği yemek diye o gün aşure yapmış olduğunu. Annem buzdolabını açıp açıp aşurelere bakıp, ağlıyordu. Annem kız kardeşim evimize gelene kadar yemek yemedi. Ve evimizde bir daha asla aşure pişmedi.
Kız kardeşimin suçu büyüktü: ODTÜ’de Gorbaçov’a yumurta atmaya çalışan bir grubun içinde olmak.
…
Bundan birkaç yıl önce üniversitedeki odamda oturuyordum. Sonra birden gürültüler duydum. Kafamı kaldırdım penceremin önüne doğru elli kadar polisin koştuğunu gördüm. Ellerinde kalkanları, yüzlerinde maskeleri vardı. Savaş filmlerindeki gibi gözüküyorlardı. Etrafa baktım, kimi kovalıyorlar diye, kimseyi göremedim. Sonra 1-2 metre uzakta 2-3 tane öğrencinin koştuğunu gördüm. Sadece 2-3 öğrencinin, elli polis tarafından kovalandığını gördüm.
Sonra ne olduğunu anlamadan birdenbire etraf dumana boğuldu. Karşımdaki bina üniversitenin kreşiydi. Arkadaşlarımın 3-4 yaşlarındaki çocukları içerdeydi. Camları sıkıca kapattım. Gözlerimin yaşarmasına engel olamıyordum. Dumanların ardı arkası kesilmiyordu.
Binanın iç taraflarına doğru kaçtım. Binaya gaz bombasından etkilenen öğrenciler sığınmaya çalışıyorlardı. Hiçbirinin ne olduğundan haberi bile yoktu. Ne bir protesto görmüşlerdi, ne bir ses duymuşlardı. Birinin neredeyse astım krizi geçirmek üzere olduğunu hatırlıyorum bir de.
Biraz kendimize gelince ve gaz bulutları dağılınca etrafa sorup, soruşturarak ne protestosu olduğunu öğrenmeye çalıştık. Öğrendiğimizi hatırlıyorum. Ama ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum, kimini ne yaptığını da. Hatırladığım sadece bir avuç öğrencinin peşinden koşan elli kadar polis ve gazdan nefes bile alamadığım.
Bu gençleri polis muhtemelen o gün gözaltına aldı, bilmiyorum. Almasına gerek yoktu, kovalamasına gerek yoktu, hele o gaz bombalarına hiç gerek yoktu diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ama muhtemelen o atılan gaz bombaları onlar için atılmamıştı. Onlara katılmak isteyebilecek diğerlerine gözdağı vermek için atılmıştı. Bu bir güç gösterisiydi. “Eyy üniversite siz nesiniz?” demek içindi.
O gençleri düşününce aklıma annem geldi. Sonra onların anneleri. Evde fasulye pişmişti belki akşama. Ya da yüzlerce kilometre uzakta çocuklarından bir telefon bekliyorlardı. Onlarda çocuklarını büyütmüş, üniversiteye göndermişlerdi. Ama onlar sırf muhalif oldukları için, birilerinin çocuğu değillerdi artık. Onlar başı daha küçükken ezilmesi gereken birer “yılan”dılar.
…
Bir anne ve bir öğretim üyesi olarak bugün benden gördüğümü görmemem isteniyor. Oysa ben biliyorum, hepimiz biliyoruz, mesele Göktürk 2 ya da ODTÜ falan değil. Uzun yıllardır, uzun zamandır, adı sanı çok duyulmuş ya da adı sanı hiç duyulmamış bütün üniversitelerimizde öğrencilerimiz daha hık-mık ederken gözaltına alınıyor. 20-30 tanesi yan yana geldiği anda, okula polis giriyor. Biz üniversite kampüslerindeki odalarımızda otururken, hiçbir şeye karışmamışken, belki karışmaya da niyetimiz falan yokken bir gaz bulutunun altında kalıyoruz. ODTÜ’de ümit veren ilk kez bir üniversite yönetiminin bu orantısız şiddete göz yummak istememesiydi. Bu orantısız şiddete her gün göz yumanlar ise onları kınayarak, belki de kendilerini temize çekmek istediler.
Bu benim için bir vicdan meselesi. Çünkü inanın sevgili anneler-babalar, çocuğumuzu büyütüp, üniversiteye gönderdiğimizde içimiz rahat etmeyecek başka türlü.
o cebeci kampüsünde okuyacağını öğrenen ve 70’leri, 80’leri yaşamış bir anne-babaya sahip bir genç iken duyduğum ilk tembih: olaylara karışma idi. o içi rahat etmeyen belki de hergün “acaba?” ile uğurladıkları çocukları şimdi büyüdü de, kendi çocukları oldu ve şimdi ben düşünüyorum karışmadan olur mu hiç?