Eğitim uzmanları okulda ve hayatta başarmaktan daha önemli deneyimler olduğu üzerinde sık sık dururlar. Özellikle Dan Goleman’ın 1996’da yayınlanan Emotional Intelligence kitabından sonra kendinin farkında olmanın, kişisel motivasyonun, empatinin, sevme ve sevilme yetilerinin önemi daha çok vurgulanmaya başladı.
İşin garip tarafı şu ki, kitabın ve meselenin özündeki mesaj giderek daha da yanlış anlaşılıyor. Bugünlerde IQ denilen ölçütün sınırlılıkları üzerine konuşuyor herkes, ama öte yandan başkalarına değer vermek ya da empatiden çok, şüpheyle yaklaşılması gereken bir Protestan çalışma ahlakı vurgulanıyor çocuk eğitiminde. Kabaca deniyor ki, çocuğunuzun başarılı olmasını istiyorsanız ne kadar zeki olduğu konusuna takılmak yerine ona öz-disiplin, hırs ve azim aşılayın. Bu öğretide asıl amaç, çocuğa çalışma becerisi ve azmi sağlayarak ne olursa olsun başarılı olmasını sağlamak.
Bu bakış açısı ayrıca çocukların kendi başarısızlıklarından neler öğrenebilecekleri konusunu da boşta bırakmaz. Buna göre çocuk başarısızlığa uğrayıp bunun bilincine iyice vardırılarak hata kaldırmaz bir gerçek dünyaya iyice hazırlanmış olur. Ayrıca, anne-babaları tarafından başarısızlıklarının sonuçları konusunda aşırı korunan çocukların gerçek hayata bir türlü alışamayacakları da söylenir.
Meselenin aslı şu, gazeteciler, teorisyenler ve terapistler hayatta her çocuğun başına gelebilecek başarısızlıklardan mümkün olan en büyük faydaya nasıl ulaşılabileceğini hesap etmeye çalışıyorlar. Fakat ilk bakışta gerçekçi bir şefkat yüklü olduğu düşünülen bu yaklaşımın gizli bir muhafazakarlığa sarmalanmış ciddi problemler içerdiğini de görmek lazım.
Başarısızlık o kadar nadir mi?
“Bugünün çocukları” düşüncesi, bugünün muhafazakar dünya görüşüyle yakından ilişkili. Bugünün çocuklarının ne kadar şımartılmış ve aşırı korunmuş olduklarından sıklıkla ve sanki sıradan bir şeymiş gibi söz ediliyor. Ama açıkçası bu iddiaları ispatlayan tek bir veri bile yok ve söylenenlerin çoğu provokatif anekdotlara dayanıyor. Aşırı korumacılığın hem ebeveyn hem çocuk için pek çok sorun yaratabileceğini bilsek bile, ebeveynlerin 10, 20, 50 hatta 100 yıl öncesine oranla daha koruyucu olduklarını kanıtlayabilecek tek bir veriye bile rastlamıyoruz.
Dahası, anne ya da babanın (aşırı) koruyuculuğu çocukları başarısızlıktan ve başarısızlığa ilişkin korkudan korumaya yetmiyor. Bir an için hayatı bir çocuğun gözlerinden görmeye çalışın, bir ebeveynin çocuğa olası müdahalelerinin ötesinde, istediğini alamayan, başarıya ulaşamayan çocuklar arkadaşları tarafından da sürekli eleştiriliyorlar.
Başarısızlık yararlı bir şey mi?
Her girişiminde başarılı olan bir çocuğun, bir gün başarısızlıkla karşılaştığında bununla başedemeyeceği hipotezini ele alın. Bu hipotezde gizli bir yararcılık yok mu? Yani başarısızlığa yüklenmiş, derin ve iki yüzlü bir başarı talebi. Böyle bir durumda çocuğa başarılı olması için yardımcı olmak yerine, başarısızlığıyla yüzleşmesi için iki adım geride bekleyen ebeveyn ve öğretmen bu beklentiyi kendilerine nasıl açıklarlar?
Bugüne kadar başarısızlığın ve hayal kırıklığının kendiliğinden yapıcı bir işlevi olabileceğine dair tek bir araştırma bile okumadım. Fakat bir şekilde rasyonelleştirilmeye çalışırlar. Çünkü çocukların kendi başlarına bırakıldıklarında bu türden durumlarla başa çıkabilecek en doğru mekanizmaları zaten bulabileceklerine inanılır. Muhtemelen bulurlar da, ama aynı zamanda kendilerini yalnız hissetmezler mi?
Aslına bakılırsa yapılan araştırmalar başarısızlığa uğradıklarında kendilerini başkalarıyla ebeveynlerinin yapabileceklerinden çok daha acımasız bir biçimde karşılaştırmaya başladıklarını, çaresiz hissettiklerini ve bütün bunların da daha büyük başarısızlıklar getirdiğini ortaya koyuyor. Çünkü böyle bir durumda yardım alamayacağını düşünen çocuk kendini daha az güvende hissetmeye, sevilmediğini düşünmeye başlıyor.
Elbette birkaç başarısızlıktan sonra büyük başarılar yakalayan çocuklar da var. Fakat bunun herkes için geçerli olduğunu söylemek zor. Ayrıca öyle bile olsa, başarısızlık hissinin başarı arzusunu getireceğini kimse garanti edemez. Ayrıca “başarı” derken neyi kastettiğimizi de iyice düşünmek zorundayız. Zengin ve ünlü ancak mutsuz ve huysuz biri başarılı olmadığı gibi, sağlıklı da değildir.
Başarısızlık nasıl etkiler?
Neden bazı insanlar sürekli mazeretler üretirler. Neden başarısızlık ve mutsuzluk öykülerimizi sürekli metaforlarla anlatma eğilimindeyizdir. Yaşadığımız tuhaflıklar ve kötü dönemler hakkında gerçekten ne düşünürüz? Peki çocuklar ne düşünürler?
Elbette başarısızlığa uğrama riski hayatın her adımında öğrenmenin bir parçasıdır. Bunu hayatımızdan çıkarıp atamayız. Ama çocukların sözgelimi ders çalışırken karşılaştıkları türden riskler bizlerin artık ciddiye almadığı türden olsa da, onlar için çok anlamlı olabilir. Çünkü bir yanda yüzlerine karşı işaret parmaklarını sallayıp “elinden gelenin en iyisini yapmasını” bekleyen ebeveynler ve farkında olsa da olmasa da yarıştığı yaşıtları söz konusudur. Ve bazen ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar olmaz. Bundan nasıl bir ders çıkarmaları gerektiğini yalnız başlarına mı düşünmeliler?
Ayrıca çocuklar yapmaları gerekenleri kendileri çıkarsamazlar, genellikle birileri onlara söyler. Sonunda başarısız olduklarında ise sorumlu olan onlardır. Bunun adil olduğunu kim söyleyebilir. Hangi yaşta olursa olsun bir birey bu tür bir yargılamanın sonucunda az da olsa öfkelenmez mi?
Ayrıca belki de problem eğitim sisteminin kendisidir. Böyle bir ortamda bir çocuktan ne olursa olsun başarılı olmasını istemek sorunlu bir şey değil midir? Gene böyle bir ortamda başarının ölçütü nedir? Eğer mesele en yüksek notu almaksa, öğrenmek yine de gerekli midir?
Eğitim psikoloğu Jerome Bruner ne kadar mümkün gibi görünmese de başarı ya da başarısızlığın bir ödül ya da cezalandırma sebebi olarak değil, basit bir bilgi olarak algılanması gerektiğini söylüyor. Fakat bu öncelikle büyüklerin yeniden eğitilmelerini gerektiriyor ki ne yazık ki bu mümkün görünmüyor.
Ve aslında problem çocukların alışkanlıkları ya da motivasyonları değil, bizlerin uygulamaları ve politikaları. Onlara ne yapmaları gerektiğini söylemekle yetinmiyor, başarı ve başarısızlık ölçütlerini de biz koyuyoruz. Yalnızca onlar hakkında değil, kendi hakkımızda konuşurken de saygınlık, yüksek standartlar, risk, başarı vs. referanslarını kullanıyor, sonra da çocuklarımıza sevildiklerini hissettirmeye çalışıyoruz. İlk bakışta bu bir çelişkiymiş gibi görünmüyor, ama öyle. Aksini düşünmek naiflik olur.
Sözün kısası, elbette çocuklar kendi başarısızlıklarından birşeyler öğreniyorlar. Ama öğrendikleri o şeyler acaba umut ettiğimiz şeyler mi diye düşünmek gerekiyor.
Kaynak: Alfie Kohn, Psychology Today‘den özetlenerek çevrilmiştir…