Aklıma bile gelmezdi Amin Maalouf’un sakıncalı bulunacağı. Dün, İstanbul Bahçelievler Necip Fazıl Kısakürek Lisesi’nden aklıevvel bir velinin öğrencilerine bu kitabı öneren bir öğretmen hakkında şikayette bulunduğunu öğrenince hatırlamak için dönüp baktım. Ne vardı ki bu kitapta? 

1999 yılının 23 Şubat’ında almışım kitabı, ilk baskısını 1993’te yapmış. Demek ki hayli geç bir zamanda okumuşum. Kitabın konusunu anlatmayacağım… Selçuklu, İran, Hayyam, Sabbah ve Nizam-ül-Mülk anahtar kelimelerini vermem yeterli olur sanırım. Bu arada Maalouf’un Selçuklu’yu hele Türklerin ders kitaplarında anmakla birlikte hiç mi hiç bilmedikleri görkemli devlet adamı Nizam-ül-Mülk’ü bir hayli çalıştığı da anlaşılır kitaptan. Maalouf bayıldığım bir yazar olmamakla birlikte, dersini iyi çalışan bir adamdır.

Çok sevdiğim bir alışkanlığım var, kitapların altlarını çizerim. Böylece yıllar önce bir kitabı elime aldığımda, o kitabı okuduğum tarihte aklıma neler gelmiş olabileceğini iki aşağı beş yukarı tahmin ederim. Altı çizilmiş satırlar fotoğraf albümlerinden daha çok şey hatırlatır genellikle…

İşte saygıdeğer velinin “sakıncalı” bulduğu kitapta altını çizdiğim birkaç satır:

“Seni dinlemem gerekmez. ‘Yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen Sen, Sen ile ben arasında ne fark kalır ki, söyle?’ diye yazan sen değil misin? Böyle şeyler söyleyen adam Allahsız değil midir?” s. 122

“İranlılar geçmişte yaşıyorlarsa, o geçmiş vatanları olduğu içindir. Bugün buraları yabancı bir diyar olduğu ve bu diyarda onlara ait hiçbir şey bulunmadığı içindir. Bizler için çağdaş yaşam, özgürlük simgesi olan her şeydir, onlar içinse yabancı egemenlik anlamına geliyor. Yol: Rusya’dır. Ray, telgraf, banka: İngiltere’dir. Posta: Avusturya-Macaristan’dır.” s. 192

“Tebrizliler için iki seçenek var: Oğullarını ya tıpkı ataları gibi aynı cümleleri on yıl boyunca anlasınlar diye geleneksel okullara gönderecekler, ya da Amerikalılar gibi eğitim görecekleri benim sınıfıma yollayacaklar, ama bir haçın ve yıldızlı bayrağın gölgesinde. Benim öğrencilerim, ülkenin en yararlıları, en iyileri, en ustaları olacaktır ama diğerlerinin onlara satılmış gözüyle bakmaları nasıl önlenecektir. …Onlar yabancılar, yabancılara benzesin istiyorlar.” s. 192-193

“Yaralı kuşlar ölürken saklanır.” s. 214

“İranlılar bugün Hıristiyan uluslara hangi gözle bakıyorlar? Pek Hıristiyan İngiltere petrolüne el koyuyor, pek Hıristiyan Rusya orman kanunu kuralları doğrultusunda dişlerini gösteriyor. Bugüne kadar ilişki kurdukları Hıristiyanlar kimler? Kurnazlar, küstahlar, Tanrısızlar, Kazaklar, hakkımızda ne düşünsünler istiyorsunuz? Birlikte nasıl bir dünyada yaşayacağız? Bizim kölelerimiz ya da düşmanlarımız olmaktan başka onlara önereceğimiz bir şey yok mu? Bizimle ortak, bizimle eşit olamazlar mı? Neyse ki aralarından birkaçı bize inanmaya devam ediyor ama Avrupalıyı canavara benzeten binlerce kişiyi nasıl susturacaklar? …Tanrı’nın İran’ı neye benzeyecek? s. 232

“Krala karşı haklı olan bir bakan, kocasına karşı haklı olan bir kadın, subayına karşı haklı olan bir er iki kat ceza görmez mi? Zayıfların haklı olmaları hatadır.” s. 242

“İran bana şanssız bir yelkenliyi anımsatıyor. Denizciler yeterli rüzgar olmamasından yakınıyorlar hep. Sonra birden Tanrı, onları cezalandırmak istercesine bir fırtına gönderiyor.” s. 242

Saygıdeğer veliye göre “müstehcen” olduğu ve İslam dinine “hakaret” ettiği için okullardan uzak tutulması gereken kitap aslında Batı ile Doğu arasındaki ilişkileri çok derinlikli olmasa da, grafik ve anlaşılabilir bir dille anlatıyor. Sömürgeciliğin ne olduğunu daha çok Batılı tutuculara ve bu okula adını veren Necip Fazıl’ın “öz vatanında parya” deyişini akla getiren pedegojik bir üslupla hatırlatıyor. Ve ne acayip değil mi, adı Necip Fazıl olan bir lisede okutulurken bir veli tarafından “sakıncalı” bulunuyor…

Gördüğünüz gibi haberi okur okumaz ilk tepkim “ne vardı bu kitapta” diye merak etmek oldu. Aklıma bile gelmezdi yoksa dönüp bir kez daha bakmak. Şeker Portakalı’nı okuyup ne kadar sevdiğimi onun hakkındaki “sakıncalı” şikayeti duyulduktan sonra hatırlamıştım. Fareler ve İnsanlar’ı, Steinbeck’i sağolsunlar aynı yöntemle hatırlattılar. Bu hatırlayış, her hatırlayış gibi hüzünlü bir yanıyla. Evvela, muktedirle özdeşlik kurmak suretiyle kendisinde kitap yasaklatacak iktidar olduğu vehmine kapılan saygıdeğer velinin şahsında muktedirin okuma zevki hakkında bir fikir sahibi olma fırsatı yakalamış olduğumu düşünüyorum mesela. Saygıdeğer veli için de, temsil ettiği muktedir için de üzülüyorum.

Ama öte yandan bu ve benzer gelişmelerin sevindirici bir yanı da var:

İktidar böyle böyle birleştiriyor bizi unuttuğumuz şeyler etrafında. Saldırdığı herşeyin yanında buluyoruz kendimizi.

Hiç gitmediğimiz köylerin HES projelerine karşı mücadeleleri için bir şey yapamıyorsak bile facebook’ta like ediyoruz. Eylem mi? Elbette değil, ama yerimizi işaretliyoruz o like tuşuna basarak.

Hiç tanımadığımız insanların cenazelerinde buluşuyoruz.

Daha önce içinden geçmediğimiz bir mahallenin yıkımına karşı birleşiyoruz.

Adını bile duymadığımız avukatlar gözaltına alındıklarında aslında bizim için ne çok şey yaptıklarını keşfediyoruz.

Varlığından haberdar olmayacağımız insanları tanıyor, onları seviyor, onlarla yoldaşlık ediyoruz…

İktidar üzerimize üzerimize geldikçe birbirimizi keşfediyoruz.

Çoluğumuzu çocuğumuzu onların istedikleri gibi yetiştirmemek için yeni yollar icat ediyoruz.

İktidarın açtığı alanların dışında yeni yaşam formları üretiyoruz.

Başka kitaplar, başka müzikler, başka yemekler deniyoruz, sırf muktedir gibi görünmemek için.

Onun sevmediğini seviyor, giymediğini giyiyor, bilmediğini öğreniyor, görmek istemediğini alıp bağrımıza basıyoruz.

İktidar her saldırısına savunma süsü vererek aslında ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor bize…

Açıkçası bundan da büyük bir memnuniyet duyuyor, geleceğe umutla bakmakta ısrar ediyoruz…