Üzerine yazmanın bu kadar zor olduğunu bilsem bu yazıya kesinlikle başlamazdım. Ama oldu bir kere. O çok sevdiğim, üzerine çok yazılar yazılan Küçük Kara Balık‘ı ben neden sevmiştim onu hatırlamaya çalıştım sadece.
Kendisi 28 yaşındayken Aras nehrinde (şüpheli bir biçimde) boğulmuş olarak bulunan İranlı yazar Samed Behrengi’nin 12 Eylül’de ülkemizde de yasaklanan kitabı Küçük Kara Balık, yaşadığı ırmağın sonunda ne olduğunu merak eden ve çevresindeki bütün baskılara rağmen denize ulaşma çabası gösteren küçücük bir balığın öyküsü.
Yaşlı ve bilge bir balığın, binlerce torununa anlattığı masalla başlıyor hikâyemiz… Karşılaştığı tüm zorluklara canı pahasına göğüs geren ve ona kulak vermeyen diğer tüm balıklara yol gösteren bir balığın öyküsüdür anlatılan.
“Düştüğü yer öyle açık seçik ki, başucunda bir sen vardın bir de evren” olan bir balıktı o.
Samed Behrengi ile tanıştığımda küçük bir kara balıktan bahsediyordu.O günlere dönüp bir hayatıma bakarsak, üçüncü sınıfı yeni bitirmiş, -sessiz, sakin, başı önde bir çocuk olmasıyla övünülen- ve bundan gurur duyup mutlu olan(!) vatana millete hayırlı sonradan öğrendiğim kadarıyla kendine zarar bir insan evladı olarak henüz Küçük Prens‘ten bile bihaberdim.
Patatesli yumurta hayranı, mavi önlük giyenlerin öncüsü ve bisiklet sevdalısıydım. İstanbul’da çocukların sadece öğlen saatlerinde dışarı çıkamadığı zamanlardı. Tatil kitabımda iki noktayı birleştirerek çizdiğim resimleri saymazsam evde oturmak zorunda kaldığım zamanlar pek eğlenceli geçmezdi. Kitaplar bu zamanların kurtarıcısıydı. Okulun karşısındaki kırtasiyeden almıştım Küçük Kara Balık‘ı.
Kütüphane kolu olmanın sorumlulukları işte! Üzerinde küçük bir kızla bir balığın olduğu sarı renkli bir kapağı vardı. Öğle sıcaklarını evde geçirmek zorunda kalıp aklı bir an önce bisikletine kavuşmak olan her çocuk gibi zamanın çabuk geçmesini diliyordum. Yine böyle bir gündü okumaya başladığımda.
Ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum. Sanırım büyüsüne kapılıp gittiğim ilk kitaplardan biriydi Küçük Kara Balık. Korkutmuştu beni. Hatırladığım ilk duygu korkudur bu kitaba dair. Çoğunlukla düşünülenin aksine salt bir cesaret öyküsü diyemem hiçbir zaman. Korkuyla cesaret iki kardeştir; ne bir arada durabilirler ne de ayrı kalabilirler. İşte kim bilir belki de bu yüzden korkuyla karışık hüzünlü bir sevmekti benimkisi.
O yaz ilk defa o gün bisikletime binmedim. Endişeliydim, merak ediyordum ve en çok da korkuyordum. Çok iyi hatırlıyorum. Akşam olduğunda çok sevdiğim halde annemin yaptığı domatesli pilavı yiyemeyecek kadar üzgündüm. Karnımda kocaman bir taş vardı sanki. O güne dek başıma gelmeyen bir şey olmuştu; daha önce okuduğum her şey sonsuza dek mutlu yaşadılar cümlesiyle biterdi. Prensler öperdi, prensesler uyanırdı. Toplar altındandı, devler hep yenilir, cadılar yok olur, iyiler kazanırdı ve tabii ki Ayşegül hep küçük anneydi…
Ya Küçük Kara Balık? Balıkçının midesinde sonsuz hayat yoktu, hem olsa da kimin umurunda tek başınaydı orada. Masalla gerçek, gerçekle acı karışmıştı birbirine… Hayat başlamıştı bir kere.
“-Merhaba, ben de buradayım!”
Gitmeli miydin sanki, küçük kara balık ne vardı yani, iyiydin sen. Oracıkta kalsaydın bunların hiçbiri olmayacaktı, dedim. O kadar üzülmüştüm ki ertesi günlerde tüm saflığımla küçük bir melek balığı aldırttım, tabii ki karaydı, kapkaraydı. İşte burada, benim evimde yaşayabilecekti artık sandım. Ne bir pelikan korkutabilirdi onu burada ne de bir balıkçı. Güvendeydi. Günlerce gittim geldim, onunla konuştum. Küçücük fanusun içini rengarenk taşlarla, plastik bitkilerle süsledim. En güzel yemleri verdim. Suyunu temizledim.
Hikâyesini sordum. Konuşmadı, suratıma bile bakmadı. Bir sabah uyandığımda gece hasta olduğu ve iyileşmesi gerektiği için denize bıraktıklarını söyledi babam. Hiçbir şey söylemedim. Balıkçıdan da pelikandan da kötü olmalıydım. Tüm uyarılara rağmen sadece renginden ötürü onu seçmiştim. Fanusta yaşayamaz demişlerdi. Oysa tek düşündüğüm kiminle yaşayacak olduğuydu. Elimde kalan balık yemlerini alıp deniz kenarına gittiğimizde, işte o gün çok ağladım. Tanıştığım ilk gün küçük kara bir balığın serüvenini anlatan Samed Behrengi o gün benim hikâyemi yazıyordu ve sanki bu okuduğum hikâyeden daha acıklıydı. Şimdi daha iyi anlıyordum, değiştirmek istediği kendi hayat hikâyesinden fazlasıydı.
İnsan, hatalar ağacıdır çokça. Yeni hatalara yer açmak için budanmazsa eğer, kendini kurutup yok edene kadar acıtır etrafındakileri… İşte ben etrafımdakini acıtan dalımı ilk kez o gün budadım.