Sanırım 4-5 yıl önceydi, benden birazcık büyükçe bir arkadaşımın 12 yaşındaki kızıyla vakit geçiriyordum sık sık. Arada birlikte ders çalıştığımız ve böyle zamanlarda annesini bana şikâyet etme fırsatı bulduğu için bana annesinin değil de onun arkadaşıymışım gibi muamele ediyordu. Hiç rahatsız değildim durumdan tabii. Birgün ağlayarak telefon etti. Çok kötü bir şey yaptığını, çok utandığını, bana bir an önce anlatması gerektiğini söyledi. Benim iş, onun okul çıkışında buluştuk. Bir yerde oturduk, tatlılarımızı yerken konuştuk. Sorun kendisinden çok genç bir oğlana aşık olmasıydı. Donup kaldım. 12 yaşındaki bir kız çocuğu, kaç yaşındaki bir oğlan çocuğuna aşık olabilirdi ki?

Aslında okulda arkadaşları arasında olup bitenleri anlattığında da nutkum tutuluyordu. Dönemin dizisi Aşk-ı Memnu’nun varyasyonları üzerine kurulmuştu arkadaşlık ilişkileri. Flörtler, çıkmalar, hatta birbirlerinin erkek ya da kız arkadaşlarını çalmalar vs. vardı. En merak ettiğim şey bütün bunlardan ne anladıklarıydı. Yavrucak eğer benden de saklamıyorsa, sınıfta yan yana oturmak, teneffüste birlikte dolaşmak, kütüphanede ve kantinde birlikte takılmak dışında bir faaliyet yoktu. Ama o akşam, bizim kızın hali cidden çok acıklıydı. Aşık olduğu, kendisinden küçük çocuğun kaç yaşında olduğunu elbette korkarak sordum. “8 yaşında” diye cevap verdi. Artık problem zor olmaktan çıkmıştı. Kim olduğunu da söyledikten sonra sorunu anlar gibi oldum. Onunla aynı apartmanda yaşayan bir çocuk, o da bizim kız gibi tek başına büyüyor ve aynı okula gidiyorlar. Okula başladığı zaman serviste bizimkine emanet edilmişti. O zamandan bu yana kızımızın gözü, oğlumuzun üstünde. Sorumluluk sahibi bir çocuk olduğu için de görevini boşlamadı. Bu arada oğlumuz hızlı boy attı, yaşıtlarından daha görünür, seçilir oldu.

İnsan ilişkilerine Aşk-ı Memnu çerçevesinden bakan, yalnız büyüyen, canım arkadaşımın kafası karışmıştı. Dünyada aileden olmayan ve karşı cinsten birine duyulabilecek tek yakınlık hissinin “aşk” olduğunu zannediyordu. Daha da fenası, aşk o kadar dedikodusu yapılan, o kadar tüketilen bir duyguydu ki kendi dışındaki tüm duygu hallerini piyasadan silmişti adeta…

Küçük arkadaşıma ne düşündüğümü anlattım. Dedim ki belki de sen kendini yanlış anlıyorsundur. Belki de hissettiğin şey aşk değildir, kardeş sevgisi gibi bir şeydir. Ama kardeşin olmadığı için bilmiyorsundur bunun ne demek olduğunu, karıştırıyorsundur. Hem etrafındaki kızlar o kadar sık aşık oluyorlar ki sen de aşık olduğunu zannetmiş olabilirsin. Aşkı tanımak için önünde uzun bir zaman ve pek çok fırsat var, onu hemen paketleyip koyma bir yana, ayrıca hiç bir zaman birini sevdiğin için suçluluk da hissetme…

Böyle şeyleri çocuklara anlatmak çok zor. Yalnızca aşkı değil, ölüm gibi, özgürlük gibi, yoksulluk ve zenginlik, güzellik ve çirkinlik gibi son derece somut ve görünür olan yanıyla can yakacak kadar keskin, soyut ve daha çok ahlaki olan yanıyla ise hayatı anlamlı kılan olgu ve kavramlar bunlar.

Eskiden hep birlikte büyüdüğümüz çocuklarla, sokaklarında oynayarak bir parçası olduğumuz mahallelerde, gerçekten var olan insanların hayatlarında görerek öğrenirdik böyle şeyleri. İçgüdülerimizle, sezgilerimizle bu tür kavramların ne anlama geldiklerini, nasıl tecrübe edildiklerini anlardık bir şekilde. Ama artık böyle değil. Yaşadığımız mekânlar tecrübe biriktirdiğimiz, kişisel öykülerimizi gerçek hayatla ilişkilendiren alanlar olmaktan çok uzak. Bugünün şehirlerinde yaşayan çocuklar için hayatı belki de kolaylaştıracak ama aynı zamanda yüzeyselleştirecek bir durum bu ve giderek de derinleşiyor.

Bu kadar lafı niye ettiğime gelince: Şimdiki anne babaların hayata ilişkin elle tutulmayan, gözle görülmeyen, edinilen tecrübelerin satır aralarında sezilmeyen bilgiyi aktarmak için daha fazla donanıma ihtiyaçları var. İşi okullardaki rehber hocalara, pedagoglara, psikologlara devretmekle sorun çözülmüyor. Çünkü bütün bu kurumsal çözümler ancak bir yere kadar yardımcı olabiliyor. Çocuk bu alanlarda bir krizle karşılaştığında referansı, zihninde beliren resim formal bağlarla bağlı olduğu danışmanı değil, annesi, babası, en iyi ihtimalle yılda birkaç kez gördüğü nenesi dedesi oluyor yine.

Bu yüzden Günışığı Kitaplığı’nın Çıtır Çıtır Felsefe Serisi’ni çocuklardan önce ebeveynlerin okuması gerektiğini düşünüyorum. Kolayca anlaşılacağını, zaten her an etrafta yaşandıklarını zannettiğiniz pek çok olgunun aslında o kadar da kolay anlaşılmadığını ama ifade edilmelerinin hiç de zor olmadığını görebilirsiniz bu kitaplarda.

Brigitte Labbe ve Michel Pueeh tarafından kaleme alınan, Jacques Azam tarafından resimlenen, Azade Aslan tarafından Türkçe’ye çevrilen serinin yayınlanan son kitabı Aşk ve Dostluk başlığını taşıyor. Öncekilerde olduğu gibi bu kitapta da iki kavram, aralarındaki farklılıklarla birlikte örnek olay anlatımları ve komik hikâyelerle tarif ediliyor. Didaktik değil, her şey çocuğun hakkında bir şeyler okuduğu kavramı kendi sözcükleriyle tanımlayabileceği bir zihinsel ortam yaratmak üzere kurgulanmış. Hiç sıkıcı değil, eğlenceli ve daha da önemlisi gerçekçi… Ele aldığı insanlık halini yüceltmiyor. Onu her an tüketilecek, ondan başka hiçbir şeye yer bırakmayan işgalci bir duyguya dönüştürmüyor. Sadece diyor ki, “Ey genç insan, bak etrafta gördüğün şöyle şöyle şeylerin sebebi aşk olabilir. Onunla tanıştığında paniğe kapılmana ya da abartılı sevinç gösterileri yapmana gerek yok. Her insan evladı gibi sen de bunları yaşayacaksın elbette.”

Ve nihayet kitaptan birkaç küçük alıntı:

“Tıpkı aşk gibi, dostluk da yalnızca hissettiğimiz duygulardan ibaret değildir. İkisi de, herşeyden önce birer hikâyedir. İşte bu yüzden, bir aşk ‘hikâyesi’nden, bir dostluk ‘hikâyesi’nden söz ederiz. Bunun iyi yazılmış, güzel bir hikâye olması için de, onu birlikte yazmak gerekir.”

“İtiraf edilen aşkın içtenliğini tartan bir alet yoktur! Ama gayet iyi ölçülebilen bir şey vardır: Davranışların içtenliği.”

“Beğenilmemekten, başkalarına çekici görünmeyi başaramayıp arkadaşsız, yapayalnız kalmaktan hepimiz korkarız. Bu yüzden de bazen, olduğumuz gibi görünmeye cesaret edemez; kendimizi saklayıp başka bir karakter yaratmanın daha iyi olacağını düşünürüz. Başkalarına çekici gelmeyi başarmak o kadar önemlidir ki, sık sık bazı numaralar yapma isteği duyarız… Sorun, bir yerde durmayı bilmediğimizde ve maskemizi düşürmeyi unuttuğumuzda, sürekli bir şeyler uydurmaya ihtiyaç duymamızdır. Kendimizi gerçekte olduğumuz gibi göstermezsek sahte, uydurulmuş bir karaktere döneriz; gerçek bir kişi olmaktan çıkarız. Bu durumda da, gerçek bir dostluk ya da aşk hikâyesine başlamak olanaksızdır.”

“Dostluk başkalarının dünyasına girmektir.”

Uzun sözün kısası: İletişim bilimlerine göre gürültü, alıcının algılayamayacağı kadar çok enformasyona maruz kalması durumudur. O kadar çok bilgi gelmektedir ki duyulan sesler, görülen resimler, hatta temas edilen nesneler hiçbir şey ifade etmez. Buradan bakınca, popüler kültür tarafından en çok tüketilen kavram olan aşkın, aynı zamanda hakkında en çok gürültü yapılan olgu olduğu da ortaya çıkıyor. Çıtır Çıtır Felsefe’nin Aşk ve Dostluk kitabı da sesi biraz kısıp okuyunca, söz konusu gürültüde yolunu bulmak için çabalayan bir çocuğa rehberlik edebilecek kaynaklardan biri gibi duruyor.