“Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27 olsun, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim…”
Bu sözler, Hrant Dink’in 23 Ocak 2007’deki cenaze töreninde Rakel Dink’in yüksek sesle okuduğu ‘Sevgiliye Mektup’tan.Bu sözleri hatırladınız mı?
Ben bu sözleri iki sebeple hiç unutmadım. Birinci sebep üniversitede verdiğim “Kültür, İletişim ve Toplum” adlı ders. Dersin sosyal inşacılık kuramını ele aldığımız bölümünde, öğrencilerimle Rakel Dink’in konuşmasını tekrar tekrar okuyor ve bir bebekten bir katil yaratma sürecinde kültür ve iletişimin oynadığı rolü tartışıyoruz. İkinci sebep ise, iki bebeğin annesi olmam. Bebeklerim, bebeklerimiz aynı karanlığın içinde yitip gitmesin diye, biliyorum ki o karanlıkla mücadele etmemiz gerekiyor var gücümüzle.
Rakel Dink’in ‘karanlık’ diye adlandırdığını ‘kültür’ diye anlayıp adlandırmakta beis görmüyorum. Kültürü tanımlamaya çalışırken de “kültür, kendinden olmayan her şeyi dışlama çabası ile bölücü bir kavram olarak karşımızda durmaktadır” cümlesini hatırlıyorum. Sosyal bilimlerde kültür, zihinsel kalıplarımızı ve kimliklerimizi şekillendiren toplumsal dokunun bütünü olarak tanımlanıyor. Diğer bir deyişle, kültürü anlam barındıran ve anlam üreten imgeler, söylemler ve sosyal pratikler bütünü olarak ele almak gerekiyor. Buradan hareketle, belli normlar, değerler ve yargılar üretmek suretiyle belli kimlikler edinmemizde rol oynayan, bizi kendimizden olmayanı dışlamaya iten, ‘biz’ ve ‘ötekiler’ yaratarak ikili karşıtlıklar üreten imge, söylem ve sosyal pratiklere karşı mümkün olduğunca mesafeli ve eleştirel durmak önem kazanıyor.
Stuart Hall, kültürel incelemelerin amaçlarına değinirken günlük hayatın içinde, etrafımızda bizi sarmalayan toplumsal pratikler arasında, “sürdürdüğümüz hayatların ve içinde yaşadığımız toplumların farklı olanla bir arada yaşama kapasitesini tamamen insanlık dışı hale getiren ne varsa” tespit etmeye ihtiyaç olduğunu söylüyor .
Hiç şüphe yok ki, bu pratikleri tespit etmek için yüzümüzü ilk çevirmeniz gereken yer medya ve iletişim araçları. Toplumdaki egemen söylemler vasıtasıyla ‘farklı’ olanın medya ve iletişim araçlarında nasıl temsil edildiğine, nasıl ötekileştirildiğine, özellikle de bu temsiller vasıtasıyla üreyen nefret söylemlerine dikkatli baktığımızda, aynı zamanda bir bebekten katil yaratan kültüre de bakmaya başlamış oluyoruz.
Örnek bulmak zor değil. İçinde yaşadığımız toplumdaki egemen söylemi ‘Türk’, ‘erkek’, ‘yetişkin’, ‘Müslüman’ ve ‘Sünni’ olarak tanımlamak yanlış olmaz. Öyleyse, burada sıralanan nitelikler karşısında ‘farklı’ olarak tanımlanan herkese yönelik ne tür söylemlerin dolaşımda olduğuna bakmakla başlayabiliriz işe.
Medyada yabancıların, azınlıkların, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, kadınların, çocukların, eşcinsellerin, gayrimüslimlerin, Alevilerin, Hristiyanların, ateistlerin ve diğer ötekileştirilenlerin nasıl temsil edildiğine dikkat ettiğimizde, içinde yaşadığımız toplumun farklı olanla bir arada yaşama kapasitesinin insanlık dışı haliyle yüzleşeceğimize şüphe yok. Bu yüzleşme, içinde yaşadığımız kültürle olduğu kadar kendi kendimizle de yüzleşmek anlamına geliyor aslında.
Öte yandan kültürün siyasi, ekonomik ve tarihsel bağlamda ele alınması da gerekiyor. Normlar, değerler ve yargılar üreten bu kültürün içinde beslenen belli başlı çatışmalar, çoğu zaman bazı ekonomik ve siyasi çıkarların garanti altına alınması için aracılık ediyor. Bir bebekten katil yaratan karanlık da işte böyle çöküyor üzerimize.
Üzerimize çöken karanlık bir türlü aydınlanmadığı için, en çok da iki bebeğin annesi olduğum için, Rakel Dink’in sözlerini hiç unutmuyorum. Bebeklerim, bebeklerimiz bu karanlığın içinde yitip gitmesin diye, Hrant Dink’in öldürülüşünün 8. yıldönümünde, bu sözleri bir kez daha hatırlıyor, hatırlatıyorum:
“Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27 olsun, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim…”