Geçen gece kitabımızı okuyup, ışığı kapatıp, sarılarak uyumaya başladığımızda bizim kız sessizliği bozup işte o soruyu sordu. “Anne ölmek ne demek?”
3,5 yaşında beklemediğim bir soruydu. Elbet bir gün gelecekti ama bugün mü? Şimdi mi? Nasıl yani? diyerek sindirmeye çalıştım konuyu. Çok hazırlıksız yakalandım çok. Gerçi okuduğum ve güvendiğim birkaç kaynakta özellikle ölüm ise söz konusu olan, net olmak, somut ve anlaşılır biçimde anlatmak gerektiği yazıyordu.
Ben de öyle yaptım. Aklıma gelen en somut anlatım biçimini söyleyiverdim. “Yok olmak” dedim. Çok da üzerinde duracağını düşünmedim. O geceyi fazla yara almadan atlattık diye düşünmüştüm.
Takip eden günlerden birinde haftada bir gün izlediğimiz filmlerden birini seçmesini ve beraberce izlemeyi önerdim. Madagaskar son zamanlarda en favori çizgi filmiydi ama o gün farklı bir şey izlemek istedi. Elimizde UP (Yukarı Bak) vardı. Ben de izlememiştim, biraz tereddüt ettim, “ee animasyon sonuçta izlemesinde bir sakınca yok” diyerek başlattık filmi. İlk 10 dakikası çok etkileyiciydi. Bir kız ve bir erkek çocuk beraber oynuyorlar, parkta koşturuyorlar sonra büyüyorlar ve evleniyorlar sonra evlerini istedikleri gibi yapıyorlar ve hayatları boyunca mutlu mutlu yaşıyorlar, gün geliyor yaşlanıyorlar ve kadın ölüyor, adam yatağında yalnız ve yaşlı bir şekilde uyanıp güne başlıyor.
Bu ilk 10 dakikayı öyle ağzımız açık izledik, nedense bir hamle yapıp kapatmak, ona uygun olmadığını söylemek için geç kalmıştım. Başladı sorular: “Anne neden yaşlandılar? Anne kadın nereye gitti? Adam niye yalnız kaldı? Neden üzgün?” Hepsine cevap vermem gerekiyordu başladım anlatmaya, dünya bir toz bulutuydu girişiyle.
“Doğuyoruz, önce çocuk oluyoruz, sonra büyüyoruz, sonra anne ya da baba oluyoruz sonra da yaşlanınca anneanne dede sonra da ömrümüz bitiyor ve bu dünyadan gidiyoruz. Buna ölmek deniyor.”
“Yani yok mu oluyoruz?” (Unutmamış). “Evet, yok oluyoruz.”
Beklemediğim bir şekilde bağıra bağıra ağlamaya başladı. “Ben yok olmak istemiyorum. Sen de yok olma. İlyas da yok olmasın (filmin girişindeki sahneyi belli ki İlyas ile kendisi olarak kurgulamış). Ben yaşlanmıycam, ölmiycem işte.”
Sakinleştirmeye ya da susturmaya çalışmadım. Ağlamasını hatta tarif edemediği duygularını dile dökmesini sağlamaya çalıştım. Korkusuna saygı gösterdiğimi ve onun bu durumun üstesinden gelebileceğine inandığımı ona belli etmem gerekiyordu. Henüz çok küçük olduğu için bunu yapmak zordu. Yetişkinler için bile ölüm trajik bir konu iken 3,5 yaşında bir çocuğa anlatması…
“Korktun değil mi canım? Endişelendin, üzüldün biliyorum. Film çok etkileyiciydi ben de biraz üzüldüm ama bak ben daha anneanne olmadım sen de öyle, zaten şimdi ölmeyeceğiz. Daha çooook uzun zamanımız var. Merak etme ben hep yanında olacağım.” diyebildim bir nefeste.
Akşam babası ile uyurken birden yine ağlamaya başladı. “Baba sen de mi öleceksin? Sen de ölme.” Ertesi gün parkta oynarken çok sevdiğimiz komşumuzun annesi yanımıza geldi. Uzun uzun baktı bizimki, önce ellerini inceledi, sonra yüzünü. “Sen yaşlanmışsın öleceksin biliyor musun?” deyiverdi. Belli ki etkilenmişti ama öyle pamuklara sarmalayıp, sırça fanuslarda yaşamasını istemiyordum.
Yanlış olduğunu düşündüğüm bir dizi yöntem vardı bu konuyla ilgili. Bunları yapmayacaktım ama bu gözyaşlarını nasıl dindirecektim?
Ölüm ile ilgili en yaygın yapılan hatanın bir uykuya benzetilmesi olduğu fikrine katılıyorum. Zaten birçok kaynakta var. Eğer uzun bir uyku şeklinde tanımlarsanız çocuk uykuya karşı direnç gösterebilir deniliyor. Aletha J. Solter’ın Çocuğunuza Kulak Verin isimli kitabında, düzeltilmesi gereken bir yanlış olarak ifade edilmiş ölüm ile uykunun karıştırılması. “Ölüm ile uyku arasındaki farkın netleştirilmesi çok önemlidir… Çocukların ölümü öğrenmelerinin iyi bir yolu ölü hayvan ve bitkileri görmeleridir…
Çocuğunuza köpeğin öldürüldüğünü, köpeğin acı çekmemesi için uyutulduğunu söylemekten çok daha iyidir. Aksi takdirde köpek gibi bir daha uyanamayacağını düşünen çocuk, uyumaktan korkabilir.” deniliyor.
Bir diğer hata bence net olmamak. Mesela dedesi ya da babaannesi ölen bir çocuğa “deden ay dedenin yanına gitti” demek çok ütopik. Ya da dedesinin cennete gittiğini söylemek orada daha mutlu olduğunu anlatmak sizce de din ile ilgili bir fikri olmayan çocuğu dinden soğutmaz mı? Ya da ölümü başımıza gelecek güzel bir olay olarak algılamasını ve ölümden korkmamasını sağlamaz mı? Hatta burada mutlu değilim ama ölünce mutlu olacağım kesin bilgi! diyerek ergenlikte mesela, melankolik yapmaz mı? Ne biliyim işte aklıma takılanlar ve benim yapmayacaklarım listesinde olanlar bunlar. Bildiğimden değil ama bildiğim bir şey varsa onu da kendimden ancak anlatabilirim.
Babam beni ölüm meselesinden hep uzak tutmak istedi. Küçüktüm çok sık görüştüğümüz aile dostumuz öldü, evde bir şeyler oluyordu ama bir türlü anlayamıyordum. Ağlayanlar, normalde kafası kapalı olmayıp şimdi kafasını kapatıp dua edenler, gelen gidenler, pişen yemekler, her şey, tüm düzen bir çocuk olarak gözüme farklı görünüyordu ve kimse bana ne olduğunu söylemiyordu. Çok endişelenmiştim. Ayrıca da en büyük sıkıntım, hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak mı? Artık böyle mi yaşayacağız? sorularına cevap bulamamaktı.
Sonra lisedeydim, kuzenim çok genç yaşta öldü beni cenazesine götürmediler. Babam “sen üzülme şimdi” demişti. Üniversiteye kadar herhangi bir cenazede bulunmamış ve henüz ölüm meselesini öyle derinlikli düşünmemiştim. Üniversite ikinci sınıfta dedem öldü ve ben ilk defa bir cenazede bulundum, dedemin gömülmesini gördüm. İlk sorduğum şey “o tahtaları niye koyuyorlar” sorusuydu ve bildiğin kazık kadardım. Uzun bir süre o üzüntüyü ve görüntüyü kafamdan atamadım. Tarif edemeyeceğim kadar çok etkilendim.
En iyisi gerçekleri örtmekten kaçınmak, kanımca. Büyümek işte böyle bir şey. Beni korumak isteyen rahmetli babam aslında bana kötülük ettiğinin farkında değilmiş. Ölüm benim için hep konuşulması çok güç bir konu oldu. Ölen birinin yakınına destek olmak, en basitinden baş sağlığı dilemek bile olayı kabullenmek gibi geldi ve ben olmamış gibi yaşamayı tercih eder oldum. Çünkü kimse benimle ölüm ile ilgili konuşmamış, sorularıma cevap vermemişti.
Bu konuyla ilgili okuduğum kitaplarda ben 5 yaş çocuk kategorisine girmekteyim. Zira onlarda da olayı kabullenemeyip, gidenin geri geleceği psikolojisi hâkim. İşte bunlar yüzünden bizim kız bilsin, ağlasın ama bu konu tabu olmasın dedim.
Meselenin net bir şekilde ifade edilmesi çiçeklerin böceklerin öldüğünün anlatılması, cenazeye gidilmesi, mezarlık ziyareti yapılması bu olayı kabul edilebilir ve normal hale getirebilir. Yoksa “cennete gitti” dediğinizde “ben nasıl gidebilirim?” diyen ya da “uzun bir yolculuğa çıktı” dediğinizde sevdiklerinden ayrılma korkusu yaşayan, “uyuyor dediğinizde” uyumayan ve hiçbir şey söylemediğinizde savunmasız kalan çocuklarınız olabilir. Hayata hazırlayan olarak anne babalar ölüm meselesini ne kadar normal ele alır ve açıkça anlatırlarsa çocuk o kadar az travma yaşar derim, tabii ki kaygılarını yok edemeyiz. Büyürken tanıştığımız duygulardan biridir kaygı da, ancak onunla nasıl baş edebileceğini gösterebiliriz.