Bu andın öğrencileri “formatladığı” ve Türk olmayan öğrencileri incittiği söylendi. Demokratikleşme paketiyle Andımız okullardan kaldırıldıktan sonra metnin yazarı Dr. Reşit Galip’in tartışılmasına geldi sıra. Başbakan Erdoğan partisinin grup toplantısında 1932-33 yıllarının Milli Eğitim Bakanı’nı kafatasçılıkla, “sözde bilimadamı” olmakla suçladı. Başbakan’ın açtığı kapıdan geçenler ise daha ileri gidip Reşit Galip’in karışık, hasta ruhlu olduğunu öne süren yazılar kaleme aldı.
Rodos’ta doğup Anadolu’ya göçen, farklı cephelerde savaşan, hekimlik ve eğitim bakanlığı yapan, Atatürk’le girdiği tartışmalarla hatırlanan ve 41 yaşında ölen Reşit Galip “kafatasçı” denilip geçilecek biri mi? “Ailesinden hayatta olanlar bu sözler hakkında acaba ne düşünüyor?” derken, Reşit Galip’in torunu Feyhan Oran’a ulaştım. Üstelik de kendisini tahminimden de yakında buldum.
Feyhan Oran, Prof. Dr. Baskın Oran’ın eşi. Başka bir deyişle Baskın Hoca’yı “Bodrum’un eniştesi” yapan kişi. Oran çiftiyle Bodrum’daki evlerinde buluştuk. Baskın Hoca fotoğraf çekiminde kadraja girmemeye gayret gösterse de uzmanlık alanında teybi kendisine uzatmama razı oldu. Evlerinin küçük bir cangılı andıran bahçesinin onun eseri olduğunu, bizi birtakım çiçek tohumları hediye ederek uğurladığını da söyleyeyim.
Ne fena bir dedeniz varmış…
Dedemi tanımıyorum tabii. Annem 11 yaşında, dedem öldüğü zaman. Annemden, her kız çocuğunun babasına olan hayranlığıyla, babasına hasretini, ne kadar çok sevdiklerini dinlerdim hep. Bütün o sıkışıklığının arasında daima kendilerine vakit ayırdığını ve onlarla çok sıcak ilişkileri olduğunu, bahçede kesilen ağaçlardan çocuklarıyla beraber masa, iskemle, banklar yaptıklarını anlatırdı…
Andımız’ın yazılması hakkında ne biliyorsunuz?
Annem bana Andımız’ı dedemin yazdığını ilkokulu bitirdikten sonra söyledi. “O okulda okuduğunuz ant vardı ya, onu deden yazdı. Onu önce bize okumuştu, sonra okullarda okunmaya başlandı” dedi. “Niye söylemediniz bana?” diye sorunca da “Sen ‘Bunu dedem yazdı’ diye sınıfta söyleyeceksin, bir kısım cephe alacak, övünüyor diyecek, sana karşı tatsız bir tutum olabilir diye söylemedim” dedi. Ondan sonra kimseye anlatmadım. Sonra çocuklarıma filan söyledim. Çok da üzerinde düşünmedim açıkçası.
Biz de Girit göçmeniyiz, bir dedem Rodos’tan, öbür dedem Girit’ten. Babamın anadili Rumcaydı, annesiyle Rumca konuşurdu. Adalardan göçüp Türkçe bilmeyenlere “yarı cavır” derlerdi burada…
Ama Türküm, doğruyum demek beni rahatsız etmedi. Baskın’la evlendikten sonra Güneydoğu’ya gidip geldikçe ve Kürt arkadaşlarım olunca, bunun onları rahatsız ettiğini fark ettim. Ve artık bu okutulmasa diye hep içimden geçti. Kalkmış olmasından memnunum. Zamanı gelmiş ve geçmişti kalkmasının.
“Biz Türküz, üstünüz gibi cümlelerin evimizde geçtiğini hatırlamıyorum”
Peki anneniz bu andın kendileri için yazıldığı günü hatırlıyor muydu?
Bir 23 Nisan sabahı… Bir kere çok coşkulu bir adam. Sabah kalkıp çocuklarına bunu okuyor. Anneanneme dönüp soruyor “Nasıl?” diye. O heyecanla gidiyor, böyle bir şey yazdım diye… Her alanda çok heyecanlı. Çocuklarıyla, karısıyla… Çok genç evlenmişler ve arka arkaya üç kız çocuğu.
Yakın mı yaşları?
Annemle teyzemin arası 11 ay. Bir de ölen teyzem var. 17 yaşında intihar eden… Ben onun ölümünü de dedemin ölümüne ve yaşadığı travmalara bağlıyorum. O da tıp öğrencisi.
Dedeniz Reşit Galip’in Türkiye’ye gelişi nasıl oluyor?
Rodos’ta doğuyor ve ortaokulu bitirene kadar Rodos’ta yaşıyor. Adanın ilhakının ardından kayıkla Marmaris’e kaçıyorlar. Oradan Aydın’a, oradan İzmir’e. İki kardeş geçiyorlar. Biri Hüseyin Ragıp Baydur, büyükelçi, diğeri dedem. Diğer kız kardeşler evleniyor ve bağlar kopuyor.
Rodos’tan geldikten sonra neler oluyor?
Bunları çok az biliyorum. Meraksız olmak kötü bir şeymiş, niye sormamışız… Anneannem uzun yaşadı ona sorabilirdim. Okuldayken Kafkas cephesine katılıyor, orada bir tüberküloz geçiriyor, iyileşiyor ondan sonra tahsiline devam ediyor.
Milliyetçi bir adam mı? Çocuklarını nasıl yetiştiriyor?
O dönem milliyetçilik dışında bir şey var mıydı acaba?
Pozitif milliyetçilik diye bir kavram vardı. O mu hakim hava?
Herhalde. Çünkü ben Bodrum’da doğdum, İzmir’de yetiştim, biz böyle bir milliyetçiliğin farkında değildik. Annem çocuklarının Rumca öğrenmesini engelliyor ama o da gelin-kaynana kavgasından. “Biz Türküz, üstünüz” gibi cümlelerin evimizde geçtiğini hiç hatırlamıyorum. Babamda da hiç yoktu zaten.
Önce Andımız üzerine konuşuldu sonra da yazarının ne kadar kötü ve karışık bir adam olduğu anlatılmaya başlandı.
Aslında hiç karışık bir adam değil. Andımız’ın iyi ya da kötü olduğu tartışılabilir. Lüzumsuzdur, Türk olmayanları rencide ediyordur, bunlar konuşulur. Ama hakaret etmek, dedemin şahsiyetini eleştirmek, bu bana çok ayıp geliyor. Sözde bilimadamı, yok ruh sağlığı yerinde değildir, ruhi yapısı şüpheli biridir… Bu ruh yapısı lafını da Sırrı Süreyya Önder çıkardı. Sonra benim Reşit Galip’in torunu olduğumu duyunca çok üzüldü, Baskın ona, “Bak seni mahvedecek” deyince, “Çok özür diliyorum yenge” diye geldi. Yani bunlara ne gerek var? Geçen gün gazetede Milli Eğitim Bakanı gayet güzel anlatıyordu.
“O günün şartlarıyla yazılmış bir şey. Şimdi artık bu arkaik olmuştur, onun için kaldırılması gerekiyordu, kaldırdık.” Evet ben de aynı şeyi söylüyorum.
Çiftin evlerinin bahçesi küçük bir cangıl gibi. Baskın Oran “Burası benim eserim” diyor.
“Başbakan’ın dedemle hesabı Andımız’dan değil, Türkçe ezandan”
Ezanı Türkçeleştiren de o mu gerçekten?
Türkçeleştirenlerden biri o. Başbakan Erdoğan’ın sözde bilimadamı filan deme sebebi de Andımız’ı yazmış olması değil, ezanın Türkçesini yazanlardan olması. Başbakan buna da çok kızmış ve rencide olmuş olabilir. Ama eleştirme şekli bu olmamalı. Tarih mutlaka herkesi yargılıyor. Bakalım kendisi nasıl yargılanacak? Ve aynı çirkinlikte, kırıcılıkta yargılanırsa kendi çocukları ve torunları ne hissedecek? Kimse empati yapmıyor. Hele Başbakan’da bu hiç yok. Canı ne isterse, ağzına geldiği gibi söylüyor. Ama kendisiyle ilgili en küçük bir kötü söz söyleyene derhal dava açıyor. Kendisine açılan veya kazanılmış bir dava var mı bilmiyorum, kimse yeltenmiyor bile böyle bir şeye… Dedemin ruh sağlığının bozuk olduğuyla ilgili de hiçbir şey duymadım bugüne kadar ailemden. O kadar sıkıntılara rağmen. Atatürk’le oturup Atatürk’ün masayı terk ettiği akşam eve dönecek parası yok. Yaverden para istiyor ve Atatürk kıyameti koparıyor, neden daha fazla vermedin diye. Öldüğü zaman cebinde 5 lira olduğunu anneannem anlatırdı. Anneannem üç çocukla İstanbul’a geliyor, akrabalarının yanına yerleşiyor. Nasıl yaşayacak, mesleği de yok. Düşünüyor ne yapacağını, Afet İnan’a bir mektup yazıyor.
Afet İnan’la herhangi bir yakınlığı var mı?
Bu andı Atatürk ve Afet İnan beraber otururken gelip okuyor. Üstelik Afet İnan’ın doktora tezi
64 bin denek üzerinde araştırmadır, kafatası araştırması. Afet İnan da uzak değil bu Türkçülükten. Sıkıntılarını anlatıyor, hatta o mektup Afet İnan’ın kızı Arı’da duruyormuş. “Kredi almak istiyorum fakat teminat gösterecek bir şeyim yok, yardımcı olur musunuz?” diye soruyor. Atatürk’e söylenir söylenmez kredi çıkıyor ve banka kredisiyle beş katlı bir apartman alıyor Beyoğlu’nda. Şimdiki emniyetin karşısındaki bina. Bir oda, bir mutfak kendine ayırıp geri kalan her yeri kiraya veriyor, aç da kalsalar borcunu ödüyor. Üç kız çocuğu, korkular içinde bir kadın, yapayalnız kalmış. Anneannem bir an önce emin ellere teslim etmek derdinde kızları, annem yaşlarının büyütülüp evlendiklerini söylerdi.
Küçük kardeşi, büyükelçi olan Hüseyin amca “Benim çocuğum yok, bunu ben yetiştireyim” diye istiyor. Hüseyin amca, İsmet teyzemi alıyor ama amca, otoritesiyle tanınan biri.
Şu anki yaşlı büyükelçilere Hüseyin Ragıp Baydur dediğinde hepsi bir titreme geçiriyor. İsmet teyzemi inanılmaz bir otoriteyle yetiştiriyor. Ona da mesela hep diyor ki “Sen aynen benim gibi Türkiye’yi temsil ediyorsun. Ben ne kadar ediyorsam sen de ediyorsun.” Büyükelçilerin gittiği havuza gidiliyor, teyzem korkuyor, Hüseyin amca “atlayacaksın” diye zorluyor. Derken teyzemin ruh sağlığı bozuluyor, iki defa intihara kalkışıyor. Bileklerini kesiyor, ilaç içiyor, kurtarıyorlar. Bir gün havagazını açıyor ve 17 yaşında intihar ediyor. Anneannem hiç kendini affetmedi, ben onu niye verdim diye.
“Dedem Atatürk’ten yardım istediğini bilse karısını boşardı”
Reşit Galip’in bakanlıktan ayrılması nasıl oluyor?
Anneannem derdi ki “Bir istifa mektubu vardı cebinde, onunla giderdi bakanlığa. Bir gün geldi, ‘Ben istifamı verdim, kullandım dilekçemi’ dedi, ben de niye kullandın diye sormadım.” Ne sebep oldu da verdi, bilmiyorum…
İstanbul Üniversitesi’nin dönüştürülme sürecinde kadro kullanımıyla ilgili iddialar var.
Ailemden dinlediğim bir şey yok.
Bakanlıktan ayrılmasının ardından hastalanıyor galiba.
Boğaz’da bir sandal kazası geçiriyorlar. Üç kızı sandalda, iki misafir var, alabora oluyorlar. Annemi sandalın tepesine çıkarıyor. “Ben kolumu bacağımı açıp suda duracağım, siz de hiç kıpırdamadan bana tutunun, batmayalım” diyor. Tesadüfen dürbünle denize bakan biri görüyor onları, kayıkçılar gidip kurtarıyor. Ama o kaza, hastalığı tetikliyor. Ondan sonra da zatürree oluyor, hayretmiyor. Geçirdiği tüberküloz da var. Hastalığı sırasında kendi akciğerlerinin şemasını çiziyor ve o şema üzerinde hastalığını her gün ilerletiyor. Anneanneme de “Şurada bitecek” diye gösteriyor ve hakikaten orada bitiyor, ölüyor.
Bir de bundan başka yine Atatürk’le maceraları var bir akşam… İçiliyor, içiliyor, en sona ikisi kalıyor. Atatürk diyor ki “Doktor ben seni yalnız göndermem, götüreceğim eve kadar.” Arabayla eve kadar gidiyorlar. Dedem diyor ki “Ben sizi katiyen göndermem, ben de sizi götüreceğim.” Araba bir Çankaya’ya gidiyor, bir Keçiören’e… En sonunda diyorlar ki, bu böyle olmaz, ortada ayrılalım. Atatürk arabayla Çankaya’ya dönüyor, dedem oradan yürüyerek karda kıyamette Keçiören’e gidiyor. Anneannem bunu da “Günlerce ateşler içinde yattı” diye anlatırdı. Öldüğünde Atatürk’le iyiymiş o zaman. Çok sevdiğini, en kızdığı zamanlarda bile Atatürk’ün aralarını bir şekilde düzelttiğini biliyoruz.
Atatürk’ten hiç maddi yardım almış mı? Hayatını kolaylaştırmak için bir şey yapmış mı Atatürk?
Hayır, öyle bir şey yok. O tür adamların para kabul etmesi mümkün değil. Cebine soksan, pantolonunu çıkarır atar. Bu bir tipoloji. Reşit Galip’le ilgisi yok bunun. Bu bir nesil; kişi olarak bakmak yanlış bunlara. Kişiliği de sivri ama… Dedem eğer karısının Atatürk’ten yardım istediğini bilse onu boşardı…
Anlaşıldığı kadar Reşit Galip’in devrimlere bağlılığı, Atatürk’e bağlılığından daha fazlaymış. Bu uğurda onunla kapışmayı göze aldığına göre…
Mesela Rus bir karı-kocaya kredi verilmesi için araya giren Atatürk’e “Veremezsiniz” diyor, “Siz milletin parasını istediğiniz gibi harcayamazsınız.” Orada ayrı bir kıyamet kopuyor. Sonra içki masasında “Burası milletin masası, ben kalkmak zorunda değilim, buyurun siz gidin” diyor. Herkes donup kalıyor; Atatürk “Beyler geç oldu, ben de yorgunum gidip yatalım” diye onu orada bırakıp gidiyor. Seviyor onun deliliğini aslında. Çünkü kimse yapamıyor bunu ve herkesin rengi gidiyor o böyle şeyler yaptığı zaman… Atatürk ona önce bir kızıyor, sonra bir şekilde dostluğu tekrar kuruyor.
Baskın Oran: “Reşit Galip’in milliyetçiden başka bir şey olması mümkün değil”
Feyhan Oran dönemin özelliklerini aile bağları sayesinde biliyor. Eşi Baskın Oran ise konunun uzmanı. Milliyetçilik üzerine çalışan Prof. Dr. Oran’dan, cumhuriyeti kuran kadroların hangi ortamda milliyetçi olduklarını ve milliyetçiliklerinin niteliğini anlatmasını istedim…
“Volksgeist” diye bir kavram var. Halkın ruhu. Burada artık Reşit Galip’in ruhu filan önemli değil. Adam 1893’te Rodos’ta doğuyor, birkaç yıl sonra Girit, Yunanistan tarafından ilhak ediliyor. Arkasından Rodos, İtalyan işgaline uğruyor. Bu çocuk Yunanın efendi olduğu bir ortamda büyüyor ve Türkün efendi olduğu bir ortamı özlüyor.
Liseyi bitirdikten sonra tıbbiyeye giriyor, bitirip asistan oluyor ama devam etmiyor çünkü köylücülük yapmaya çalışıyor, Rusya’daki Narodniklerin etkisiyle olmalı. O ortamda kendisine yapılan teklifleri reddedip inanılmayacak derecede geri bir yere, Kütahya Tavşanlı’ya gidip hekim oluyor, Bu nedenle ihtisası filan da yok, bırak bilimadamı olmayı… Sonra birtakım dernekler kurup Türkçü gazeteler çıkarıyor. Hep, Yunanistan’daki Yunan efendiliğine tepki.
Burada da “Volksgeist” işin içine giriyor çünkü yalnızca Reşit Galip’te değil bu, bütün Rumeli göçmenlerinde var. Bu Pantürkizm değil. Sadece Yunan baskısına tepki. Lenin’in meşhur lafında olduğu gibi: “Eğri bir çubuğu düzeltmenin tek yolu, onu tersine bükmektir.” Bu sefer de tersine fazla büküyor adam. Hem dünyadaki hem Türkiye’deki hem de adamın geldiği yerdeki ortam buna müsait. Direnmek mümkün değil.
O tarihte Portekiz’den Türkiye’ye kadar faşist ya da yarı faşist olmayan bir tek hükümet yok. İngiltere ve derhal düşürülen Çekoslavakya hariç. Dolayısıyla ortam buram buram faşist. Onun için Reşit Galip’in milliyetçiden başka bir şey olması mümkün değil.
Kafatası ölçümü yaptığı iddiası nedir?
Kendisi kafatası ölçtü mü bilmiyorum ama Atatürk Çankaya’da kafatası ölçtürüyor. Ölçülenlerden biri de garson. Hatta onunki çok yüksek çıkıyor da onun üzerine tatsızlıklar oluyor.
O dönemde kafatası ölçmeyen var mıydı bilmiyorum. Çünkü bu Türkiye’den neşet eden bir şey değil ki. İsviçre’de profesör Pittard’dan çıkıyor. Zamanın bilimi bu. “Türk ne bilir adabı, lık lık içer ayranı”, “Etrak-ı biidrak” gibi laflarla Türk kavramının aşağılanmasına tepki var. Avrupalılar aşağılıyor. Osmanlı aşağılıyor çünkü etnik gruplardan birini öne çıkarırsan imparatorluk dağılır, imparatorluk mantığına aykırı. Bugün de Türkiye o sebeple dağılma tehlikesinde. Türkiye bir imparatorluk hâlâ çünkü. Türkler de bu aşağılamaya cevap veriyor.
Bunu başka nerede gördük? Avrupalılar siyahları aşağıladı Afrika’da. Sonra 1950’lerin ortasından itibaren Afrikalılar “Bisikleti biz icat ettik, çiçek aşısını biz bulduk” demeye başladı. Bütün icatları Afrikalılar yapmış oldu. Aynı şey ondan 35 yıl önce Türkiye’de yapıldı.
“Dönme de, Sabetayist de olsa ne olacak?”
Dededen kalma hiç hatıra var mı?
Bir yüzük var… Bunu zaman zaman küçük parmağına takarmış, taşı opalin sanırım.
Nasıl yaşıyor hatırası?
Ankara’da ve Aydın’da adını taşıyan birer cadde var, Ankara’da da bir ilkokul. Anıtkabir’de ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde fotoğrafları var. Cebeci Asri Mezarlık’ta etrafı zincirle çevrili üç mezar var. Üçü de milli eğitim bakanlarına ait, biri Reşit Galip’in.
Dedenizle kardeşi Hüseyin Ragıp Baydur’un arası nasılmış?
İkisi zıt karakterler. Biri aşırı titiz, dedem ise giyimine filan hiç önem vermeyen biri. Hep Hüseyin amcayı kızdırıyor. Onun sokak için bile cebinde ayakkabı bezi var.
Bir çamurdan geçerlerken dedem gidip çamurun ortasına basıyor ve üstüne başına çamur sıçradığı için Hüseyin amca perişan oluyor, dedem de çok eğleniyor.
Gençliğinde Yahudi okuluna gittiğini, oradan padişahın talimatıyla alındığını söyleyenler var.
O sırada bütün Avrupa’daki en üst düzey okullar Alliance İsraelite okulları. Muhtelemelen Rodos’ta da vardı ve oraya gidiyordu. Ayrıca padişahın Rodos’u koruyacak gücü yokken adadaki bir çocuğun hangi okula gittiğine bakacak hali mi varmış?
Bunu yazanlar Reşit Galip’in dönme olduğunu ima ediyorlar…
Öyle olsa ne olur? Dönme de, Sabetayist de olsa ne olacak? Kürt için ayrı laf söyleniyor, Ermeni için ayrı… Cumhurbaşkanı kendisine Ermeni dendi diye dava açıyor.