Farklı olanı ötekileştirmek, kimliğinden, değerlerinden onu ayırarak homojen bir toplum oluşturmak bir devlet politikası olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet kendi eliyle, birey olgusunu yok etmeyi amaç edinirken, birey için tek çarenin genel toplum ahlâkına ve toplum değerlerine sahip olmak olduğunu öne sürer.
Devlet, tek-tip bireylerden oluşan bir toplum inşa etmek için farklı olanı yok saymakta ve prototipleşmiş bireyleri barındıran topluma nefret tohumları ekerek farklı olana karşı kini ve nefreti tetiklemektedir. Devlet tarihin hiçbir döneminde birleştirici bir olgu olmamış, bununla da kalmayıp insanı insana düşüren, halkları birbirine düşman eden bir kurum hâlinde karşımıza çıkmıştır.
İnsan sahip olduğu kimliklerin kimisini doğduktan sonra, kimisini ise doğduktan çok önce edinmiştir. Peki, neleri kimlik bağlamında değerlendirebiliriz? Cinsiyet, cinsel yönelim, etnik kimlik, din, mezhep gibi olgular, insanın kendisine atfettiği özelliklerin tümü birer kimliktir. İnsan, tek bir özelliğe sahip bir canlı olmadığı ve pek çok farklı kimliğe sahip olduğu için genel toplum değerlerine ters düştüğü anda toplum tarafından sınanmaya başlar. Toplum farklı olan bireyin bütün özelliklerini yok sayar, onu değiştirmek/dönüştürmek için bireyin karşısına her alanda zorluklar çıkarır, onu pes etmeye, kaynayan toplum kazanında toplumla karışmaya, kimliklerini kaybetmeye zorlar.
Birey ilk savaşını ailede verir. Aile, toplumun bireye biçmiş olduğu modeli, çocuğa dayatır. Çocuk doğar doğmaz, kendisi için alınmış eşyalardan tutun odasının rengine kadar toplumun kadın ve erkek için “uygun gördüğü” renklerle tanışır. Çocuktan toplumun beklentisi olan kadın veya erkek cinsel kimliğine sahip olması beklenir. Çocuk bir diğer savaşını aile içindeki otorite karşısında verir. Klasik aile modelinde, baskın taraf olan “baba” olgusu, çocuğa her alanda kısıtlamalar getirir ve çocuğun kendi hayatını kendisinin inşa etmesine katiyen izin vermez. Aile toplumun en küçük faşizan kurumudur. Otorite, yani aile büyükleri, kendi istekleri -ki çoğu zaman bu istekler toplumun istekleri olarak karşımıza çıkar- doğrultusunda bir birey yerine kendileriyle aynı düşüncelere, aynı yaşam tarzlarına ve aynı değerlere sahip bir“köle” yetiştirir. Örneğin Seren Yüce’nin 2010 yapımı “Çoğunluk” filmindeki Mertkan karakteri buna örnek verilebilir. Bireyin varlığını ortaya koyabilmesi için ilk adım olarak ailesiyle girmesi gereken çatışmada erken teslim olan Mertkan, ailesinin baskıları karşısında pasif bir tutum sergiler. Kürt kız arkadaşı Gül ile ailesi ve dolaylı olarak toplumun baskıları sonucu yollarını ayırır. Bu baskılar karşısında durabilen ve var olma savaşını verebilen bireyler ise kendi kimliklerini, farklılıklarını topluma ne pahasına olursa olsun kabul etmek için savaş verirler.
Ahmet Yıldız, hem Kürt hem de eşcinsel kimliğiyle toplum için tehlike(!) arz eden bir isimdi ve babası tarafından öldürüldü. Peki devlet ne yaptı? Önce göstermelik bir dava, ardından göstermelik bir “kırmızı bülten”. Babanın nerede olduğunuysa bilen yok. Devlet, babayı gerçekten arıyor mu? Devlet, babayı bulmak istiyor mu? Devlet, babaya ceza vermek istiyor mu? Devlet, kendisiyle birebir aynı olan bir babaya ceza verir mi?
Ahmet Yıldız olayını biraz irdelediğimizde bazı soruların yanıtlarını bulmak da kolay olacaktır. 15 Temmuz 2008’de nefret cinayetinde hayatını kaybeden Ahmet, olaydan bir yıl önce savcılığa “eşcinsel olduğum için ailem beni öldürebilir.” diye başvurmuştu.
Savcılık önlem aldı mı? Tabii ki hayır! Sonuç? Cezasız bırakılan, sessizce halkın zihninden silinmeye çalışılan bir cinayet. Toplumun “bireyi” sindirme çabaları nasıl “Çoğunluk” filminde bizlere sunuluyorsa, sindiremediklerine “uygun gördüğü” her türlü cezalandırma da Ahmet Yıldız olayında apaçık bir şekilde önümüze seriliyor.
Sadece cinsel yönelim, ötekileştirilmek için bir sebep olarak karşımıza çıkmaz. Bu ataerkil toplumda kadın olarak var olmak da, kadın için önceden biçilmiş rolleri yıkmak da zorlu bir yolculuk kadın için. Küçükken ailesi tarafından eteğinin açılmasının ayıp olduğu öğretilen kadın “namus” sorunsalıyla daha küçük yaşlarda tanışır. Bunun tam tersi olarak, erkek çocukların pipilerini büyüklerine göstermesi çok doğal karşılanır. Zaman ilerledikçe aile içi baskılar da biçim değiştirmeye başlar. Erkek her zaman “erkek” olarak kalırken, kadın küçükken “kız” evlenmeden önce “genç kız”, evlendikten sonra ise toplumun gözünde “kadın” olur. Toplum tarafından kadın için yapılan bu sınıflandırmaların her aşamasında kadın apayrı zorluklarla mücadele etmek zorunda bırakılır. Çocukken eteğini kapatmak, erkek çocuklarıyla çok fazla “haşır neşir olmamak” zorundayken genç bir kadınken –toplum için “genç bir kız”- eve erken gelmek zorunda bırakılmakta, erkekle dışarı çıkmasına yasak getirilmektedir. Yaşı ilerleyip evlendiği zaman ise, ailenin kadına biçtiği rol olan annelik görevine birden atanır. Toplum ve aile ondan çocuk yapmasını ve bu çocukla ilgilenmesini, iyi bir eş olmasını, ev işlerini eksiksiz yerine getirmesini, yani kısaca 7/24 mesai yapmasını desteklerken kadın, “babasının gözetiminden” çıkıp “kocasının gözetimine” mahkûm edilir.
Tek-tip bireylerden oluşan bir toplum yaratma gayesindeki Kemalist ideoloji azınlıkları yok saymış ve vahşice katletmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımız zaman, ders kitaplarında öğrencilerin bilincine yerleştirilmeye çalışılan kahramanlık, zafer ve düşman üçgenindeki nefret söylemleriyle dolu yazılar aslında bilinçli yürütülen, azınlığa ve farklı olana karşı toplumu nefret ve kinle kışkırtan bir politikanın ürünüdür. Farklı olana karşı nefretle büyüyen nesiller, yaşamlarının her döneminde farklı olandan rahatsız olacaktır.
Kanlı sayfalara, acı ve gözyaşlarıyla yazılmış bir tarihe sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, bugün de aynı politikalara devam etmektedir. İşaretlenen Alevi evleri, Kürt cinayetleri, Roboski katliamı, hapishane yangınları, açlık grevleri ve daha niceleri…
İnsanlığın kurtuluşu, bireylerin elindedir. Korku duvarlarını yıkmak, adaletli, eşit ve demokratik bir dünya inşa etmek, insanın içinde barındırdığı isyan ateşini otoriteye ve zulme püskürtmesiyle mümkün olacaktır.
Zeynep Yanki’nin Kaos GL Dergisi’nin “Ötekiler/Madunlar/Dışarıda Bırakılanlar” başlıklı Mart-Nisan 2013 tarihli 129. sayısından.