İnsan bilmiyor çoğunlukla hikâyesinin kim için, hangi dünya için daha kıymetli olduğunu. Öyküsü başkasına dokununca anlıyor, yaşadığının yıllardır mahrem kaldığını. Cümleye dökerken bile zorlanıyor. Hattâ, kendi için onca önemli hikâyeyle dolu mazisinin, şaşkınlıkla dinleniyor olmasına anlam veremiyor.

Eski Cizre'den bir kare

Öyle kadınlardan birini, Hazo’yu dinledim, uzun uzun.

1970’lerin başında, Siirtli bir ailenin kızı olarak çocuk denecek yaşta, Şırnak’a gelin olmasıyla başlıyor Hazo’nun büyümek zorunluluğu. Hali vakti yerinde bir ailenin oğluyla evlendiriliyor.

O yıllarda, malum coğrafyanın kadınlarına göre bir hayli cesur ve cevval bir genç kadın Hazo. Bölgeden hem Avrupa’ya, hem İstanbul’a, hem de büyükşehirlere göçün en yoğun olduğu dönemde, erkeklerin lafının üstüne laf söylenmeyen bir yerde, hem ev işine koşturup hem de lafını esirgemeyen, asi bir genç kadın.

Evlendikten kısa bir süre sonra ilk çocuğuna hamile kalıyor. İlk çocuğun erkek olması mühim. Şansı yaver gidiyor, erkek oluyor. Zana diyorlar adına.

Ailenin hem ilk, hem de erkek torunu Zana, en çok annesine cesaret veriyor aslında. Ne dese yapılıyor, ne istese alınıyor… “Şımarık bir çocuktu ama hakkıydı vallahi.” diyor Hazo, Zana’yı anlatırken. “Kimseden çekinmez, her yere girer çıkardı daha çocukken. Ama çok yalancı bir çocuktu.” diyerek bir “çocuk yalanı” anısını anlatmaya başlıyor:

“Eltimle evde oturuyorduk. Oradan buradan konuşup, dedikodu yapıyorduk. Zana her yeri çok karıştıran bir çocuktu. Bir ara gözümün önünden kayboldu, ama lafa dalıp oğlanı unutmuşum. İçeriden gelen sesle kendime geldim. Sanki birinin boğazını sıkıyorlardı, nefes alamayan bir çocuğun sesi gibiydi. Duyduğum gibi fırladım. Zana, kilerin önünde yere çökmüş, boğazını tutuyordu. Çocuğun boğazında bir şey kalmış. Aldım kucağıma, ağzını açtım, elimi boğazına soktuğum gibi kocaman bir kesmeşeker çıkardım. Bizim oraların kesmeşekeri buralar gibi değil. Böyle parmak boyunda bir şeker. Az kalsın boğuluyormuş oğlan. Kendine gelince, bastım tabi fırçayı şeker yediği için. Zana ise, 5 yaşındaki boyuna bakmadan bana, “Daye (Anne), vallahi ben yemedim. Böyle başımı kaldırmış havaya bakıyordum. Şeker raftan düştü, boğazıma girdi.” demez mi? Oturdum, oğluma sarılıp gülmeye başladım.”

Şimdi, Zana’nın 8 yaşlarında ikiz oğulları var, Jîyan ve Şiwan. “Bazen ikisinin de neden bu kadar yaramaz olduğunu anlıyorum. Zana’nın çocukları ancak böyle olurdu zaten.” diyor babanne Hazo.

Nalan doğuyor çok geçmeden. İki çocuklu bir kadın artık Hazo. Yaşı da büyük sayılıyor artık, yani 20’lerinde. Çok geçmeden yine hamile kalıyor. İki çocuk, biri de karnında. Bir hayli zorluyor artık Hazo’yu hem ev işine, hem tarlaya koşturmak.

Hazo'nun çocukları Zana, Nalan, Medo ve Özlem

“Kendi başıma doğurdum, en rahat doğumdu.”

Yazının başında dedim ya, insan kendini anlatırken öyküsünün başkası için nelere tekabül ettiğini bilemiyor bazen. “Kendi başıma doğurdum.” derken, benim elimin ayağımın buz kesmesine, gülerek yanıt veriyor Hazo ve anlatıyor kahkahalar eşliğinde:

“Mart ayının ortasıydı. Günüm geçmiş, neredeyse 10. aya yaklaşıyorum. Benimle hamile kalanlar doğurmuş, emziriyor, ben bir türlü doğuramıyorum. Kıskanıyorum, sinirleniyorum. Ne uyku tutuyor beni, ne de halim var iş yapmaya. Nasıl mutsuzum bir görsen, ağlarsın halime. Kocama diyorum: “Ben doğuramayacak mıyım? Bana da, çocuğuma da bir şey mi olacak?” Böyle geçiyor günler… Kocam en sonunda dedi: “Sık dişini, gidip bir araba bulayım, seni Diyarbakır’a götüreyim.” O öyle söyledi ya, nasıl rahatladım. Mutlu oldum. Kocam çıktı evden, ben de eşya hazırlayayım dedim kendime, yola gidiyorum. Tam odaya girdim, bir sancı tuttu. Eltimi çağırdım, dedim: “Koş, doğuruyorum.” Eltim de demez mi: “Yok yok doğurmuyorsundur, sancıdır sadece.” Öyle kıçını sallaya sallaya gitti, inanmadı bana. Güç bela yine eve geçtim. Bizde böyle demirden somunlar vardır, divan deriz onlara. O demire tutundum, ıkınmaya başladım. Anladım geliyor bebek. Yasladım kendimi divana, demirlerine tutuna tutuna ıkındım. Birden geldi çocuk. Hiç canım acımadı. Hemen kopardım kordon bağını, sardım divanın örtüsüne. Öyle rahatlamıştım ki. Kocam arabayı bulup geldiğinde, çocuğu yıkamış, divanda oturmuş emziriyordum.”

Hazo’nun gülerek anlattığı bu hikâye, hem şaşırtıyor beni, hem de bin kat büyütüyor karşımdaki kadını gözümde. “Vallahi çoğu ebe doğurtmayı bilmiyor, en rahat doğumumu kendi başıma yaptım.” diyor Hazo. “Hele şu kıza bir bardak su getirin.” diye de ekliyor, kendime gelmem için.

“Tarihî köprü üstünde doğurdum, turistler fotoğrafımı çekti.”

Sanıyorum ki hikâyeler bitti. Asıl bombayı da orada patlattı Hazo. En küçük çocuğu Özlem’in hikâyesini.

Diyor ki Hazo: “Özlem neden bu kadar sosyal ve gezgin bir kız oldu, ben biliyorum.” Merakla soruyorum, “Neden?”

“Özlem’e istemeyerek hamile kaldım. Çok çile çekmiştim. 80’lerin başı, en kötü yıllarımızdı. Babasız çocuk büyütmekten korkuyordum. Her gün gözaltında kayıp haberleri geliyor. Tedirgin bir bekleyiş var bütün kadınlarda. Ama hamile kaldım, doğuracağım mecburen. Doğumum yaklaşmıştı. Kocama dedim, beni hastaneye götür, çocuk geliyor. Gitti araba buldu. Eltim de geldi. Arabanın arkasına bir döşek serdiler. Yolda gidiyoruz. Bizim orada Kasirge Köprüsü diye bir köprü var.  Büyük İskender ve kabilesi geçsin diye yapılmış tarihî bir köprü. Her yıl onlarca turist gelir Cizre’ye, o köprüyü ve çevresini gezmeye, fotoğraflar çekmeye. Tam bu tarihî köprünün girişinde, baktım suyum geliyor. Dedim “Doğuruyorum, durdurun arabayı.” Kocam dedi ki: “Köprüdeyiz.”  Artık, nasıl bağırmışsam, frene öyle bir bastı ki, tam köprünün üstünde durduk. Etraf sarışın turistlerle dolu. Ama ben canımın derdindeyim. Orada ıkına ıkına doğurdum Özlem’i. Gözümü bir de açtım ki, turistler fotoğraflarımı çekiyor. Kadınlar ağızları bir karış açık bakıyor. Sonra Özlem’i aldılar kucaklarına, öpüp kokladılar. Anlayacağın Özlem bu kadar kalabalığın, turistin ve tarihin içinde doğunca sanki başka bir seçeneği de kalmadı. Leyleği havada gördü kızım.”

Özlem, şimdi Londra’da yaşıyor. Yıllardır gezmediği ülke kalmadı. Ailenin en sevdiğimiz küçük kızı. Öyle güzel güler, öyle cana yakındır ki, herkes bir başka sever Özlem’i. Yaşadığı ülkede yabancı arkadaşlarına nerede doğduğunu anlatmaktan da büyük keyif alıyor.

“Kızım ölseydi o kaymakama dünyayı dar ederdim.”

Özlem’in çok korkutan başka bir anısı da, 1983 Genel Seçimleri’nde yaşanıyor:

“Kızımın 40 derece ateşi çıkmış. Kocama bakıyorum seçimleri izliyor. Kayınpederime, kaynıma bakıyorum onlar da. Herkes kilitlenmiş gibi televizyona bakıyor. 12 Eylül sonrası ve o seçimler çok önemli. Gidip tek tek diyorum “Kız hasta, doktora götürelim.” Yok, kimse duymuyor beni. Her yer dizime kadar kar, köy yeri, kızım ölecek. Korkuyorum. En sonunda baktım gelmiyor hiç biri, sardım çocuğu yola koyuldum. O karların içinden yürürken, ben donacaktım neredeyse, ama kız havale geçiriyordu yüksek ateşten. Güç bela hastaneye vardım. Bir de baktım hastane kapalı. Seçim gecesi diye açmamışlar hastaneyi. Öyle bir sinirlendim ki. O sinirle kaymakamın evine yürüdüm, bahçesinde başladım bağırmaya. “Çocuğum ölüyor.” diyorum başka da bir şey demiyorum. Kaymakam çıktı cama, baktı, hemen koştular. Kızımı da, beni de alıp bir hastaneye götürdüler. Eğer kızıma bir şer olsaydı, o kaymakamı perişan ederdim. Kurtuldu yavrum. 3-4 saat içinde bizi geri eve bıraktılar. Baktım kocam, kaynım, kayınpederim hâlâ seçimleri izliyor.”

Bu hikâyeleri dinlerken çok canım acıdı benim. Hazo’nun gülerek anlatmasına bakmayın, her bir hikâye için “Öldüm de geri döndüm sanki.” diyordu.

“Eşek 4 çocuğumu da aldı, uçurumdan aşağı koştu.”

Yine böyle bol gerilimli günlerden biri. Bağlara gidecek, serinleyecekler biraz. Eşeğin heybesine yüklüyor Zana, Nalan, Medo ve Özlem’i. Hayvanı dehliyor ve gidiyorlar bağlara. Bütün gün eltisi, kayınpederi, kayınvalidesi ve çocuklar oynuyor. Akşamüstü olunca kaynı, kendi eşeğiyle birlikte geliyor yanlarına. Gerisini de Hazo anlatsın:

“Ben yine çocukları oturttum eşeğin heybelerine. Her biri bir heybenin içinde. Tepişip de duruyorlar, zor yürütüyorum eşeği. Bağlarımız uçurumun kenarında. Bir eşek geçecek kadar dar yollardan yürüyoruz yavaş yavaş. Tam yürümeye başlamışken, kaynımın eşeğinin sesini duydum. Arkama dönmemle eşek elimden uçtu. Kaynımın eşeği önden, bizim eşek arkadan, çocuklar heybelerin içinde. Bir bastım çığlığı… Öyle bir koşuyorum ki arkalarından. Ama yakalamak mümkün değil. Eşekler, aşağısı kayalık olan o sarp yollarda evlatlarımın hepsini alıp kaçtı. Benim çığlığıma koşan kayınpederim ve etraftaki köylüler, beni geçip peşine düştü eşeklerin. Ben artık öldüğümü hissettim ve düşüp bayılmışım. “Gitti!” dedim, “Bütün çocuklarım gitti!” dedim. Kendime geldiğimde başımda köylüler, beni ayıltmaya çalışıyorlar. Doğrulmamla çocuklarımın yalınayak bana yürüdüğünü görüp, bir oh çektim. Kayınpederim de iki eşeği çok feci dövdü. Acıdım o eşeklere de, nereden bilsinler. Ama hayatımda daha kötü bir gün hatırlamıyorum.”

Ben bunları nefes nefese dinledim. Halbuki dört çocuğa da bir şey olmadığını biliyorum. Ama dedim ya, bütün hikâyelerini bana yaşatmış kadar oldu Hazo.

Bu öykülerin üzerine kendi elleriyle yaptığı zeytinyağlı sarmayı ikram etti. Bir güzel kahkahayla da yolculadı beni. Ben de etkisinden çıkmadan hepsini anlatayım istedim. Sizde kalsın Hazo’nun hikâyesi.