İlkokul öğretmenimi çok severdim. Annem ve babam da çok severdi. O zamanki yakın arkadaşlarım ve onların anne babaları da çok severdi; çünkü ortak bir noktamız vardı: bizlerin ve ailelerimizin sosyo-kültürel ve ekonomik sınıfları.
Yıllar sonra düşündüğümde, okuduğum devlet okulunda ilkokul öğretmenimin bildiğin sosyo-kültürel ve ekonomik sınıf ayrımcılığı yaptığını görüyorum. Öyle ara sıra da değil, düzenli olarak belki de öğretmenimiz olduğu beş yıl boyunca. Sınıfta “sen şununla, sen bununla” yerleştirmesi sırasında, karıştırmanın tam tersi, belli çevreden gelen çocuklar kendi aralarında beraber oturtulurdu.
Küme çalışmalarında hangi kümenin hangi çocuklardan oluşacağını kestirmek çok zor değildi; yani resmen daha fakir mahallelerden ya da köylerden gelen çocuklar, benim oturduğum tarafın tam zıt yönünde oturtulurken, anne psikolog baba pedagog olan ben ise, mimar, doktor, öğretmen ve benzeri orta-üst sınıftan gelen çocuklarla oturtulurdum.
Hatta işin garibi, çok kereler öğretmenin ben ve benim grubumu daha çok “sevdiğini” (veya kayırdığını), bize daha çok ilgi gösterdiğini ve üzerimize düştüğünü hissettiğim olmuştur. İlginçtir, o zamanlar hocanın benim gibilere olan yakınlığı beni mutlu ederdi. Şimdi düşününce ise midem bulanıyor. Her ne kadar o yaştaki çocuklar olarak diyaloglarımız oldukça basit seviyede vuku bulsa da, “biz” öğretmenimizden sevgi ve övgü dolu sözcüklerle bahsederken, bizden ayrı taraflarda oturtulan çocukların neden benim gibiler gibi, bu öğretmen hakkında iyi konuşmadıklarını şimdi anlayabiliyorum ve şu an farkına varıyorum ki, ayrımcılık konusunda tahmin ettiğimizden de ağır boka batmış durumdayız.
Kapasite olarak birbirinden farkı yok denecek kadar az olan o küçücük çocuklara, o zamanlar ailem tarafından “aydın” olarak nitelendirilen bir öğretmenin, insanlığın bu kadar dibe vurmuş olmasının altında yatan en büyük sebeplerden olan ayrımcılığı bu kadar derin bir şekilde işlemesi ve bunu yaparken kötü niyetli olmaması, yalnızca epeyce içselleştirdiği ve doğru, eksiksiz olduğunu sandığı ideolojiyi uygulamak istemesi oldukça ibret verici bir hikaye.
Şu gün bile etrafınıza, çevrenize ve yakın arkadaşlarınıza bir bakın. çoğu ile ekonomik ve sosyal sınıfınız aynı değil mi? sizden daha fakir veya zengin, ya da cahil veya eğitimli insanlarla aynı çevrede bulunmanın yahut bu tip insanları kendi çevrenize “kabul” etmenin zorluğunun farkındasınızdır. Peki nedenini hiç düşündünüz mü? “Sosyo-kültürel”i de geçin, esas mevzu her zaman olduğu gibi, yine “para”; paranın çevreler içerisindeki yönü ve çevrelerin para akışını kendi kontrollerinde tutmaya çalışmaları. Dolayısıyla bu çevreler etrafında örülen görünmez duvarlar.
Kapalı çevrelerde dönen para olgusu, algılanması zor bir şey değil. Cemiyetleri, sosyeteyi, Lions, Rotary gibi kulüpleri, yemekler, toplantılar veya kartvizit değiş tokuşu için düzenlenen paneller gibi iş dünyası ritüellerini düşünün. Bunların temel amaçlarının her zaman, birlikte iş yapan çevrelerin, o çevrede dönen parayı dışarı kaçırmamak ve biraz (ne birazı, düpedüz) babadan-oğula usulüyle devamlılığı sağlamak olduğunu görebilirsiniz. Anlaşmalar, ihaleler, ticaret, hatta “kız alıp verme” bile bu organizasyonlar içinde sağlanır. Cemiyetin içinden birinin çocuğu üniversiteden mezun olduktan sonra, yine o cemiyetten başka birinin yanına girer. Belki de patronunun çocuğuyla evlenir, varis olur. Onların çocukları da aynı yoldan devam eder. Bunun bir alt sınıfını, plazalarda özel şirketlerde ve bankalarda orta düzey yöneticilik yapan, lükse kaçan restoranlarda, otellerde, gece kulüplerinde takılan, şehirden ve toplumdan mümkün olduğunca izole, muhtemelen uydu sitelerde yaşayan beyaz yakalıların çevrelerinde, hatta benim çocukluğumda olduğu gibi, öğretmen, memur, mimar, doktor vb. gibi orta sınıf çevrelerinde de gözlemleyebilirsiniz.
“İyi de bunun nesi yanlış? Parayı kontrol altında tutmakta neden kötülük olsun ki?”
Bize ne dendi? “Kapitalizm fırsat eşitliğidir.” Yani, “yaşayan herkes, yeterince çabaladığı takdirde en alt tabakadan en üst tabakaya çıkabilir, herkes varlıklı olabilir ve bunların önünde hiçbir engel yok.” Maalesef kazın ayağı öyle değil. Açıkçası, bana Afganistan’da bir mağarada doğan bir çocuk ile, Rockefeller ailesinin eline doğan bir çocuğun arasında fırsat eşitliği olduğunu söyleyenin akıl sağlığından şüphe ederim. Gayet açık; bu resmen “binlerce yıllık” aileden kalan mirasın çocuklara geçmesi geleneği devam ettiği sürece, herhangi bir fırsat eşitliğinden bahsetmek imkansızdır; çünkü bahsettiğim miras yalnızca iki ev bir araba ve bankada 50 bin dolar nakit değil, aynı zamanda anne babanın çevresi, iş dünyası ve onların varlıkları ile elde ettikleri statü.
Hiçbirimizde bunu reddedecek “göt” yok, afedersiniz. çünkü doğumumuzdan itibaren bize sağlanan imkanlar kolayımıza gidiyor. Varolanı, aileden, devletten, okuldaki öğretmenden geleni büyük oranıyla doğru kabul etmek, ona entegre olmanın tek seçenek olduğuna inanmak ve “böyle gelmiş böyle gider” mottosuyla nesiller boyu farklı ortamlarda benzer hayatlar yaşamak, etrafımızı saran tüm gerçeklik iken buna karşı koymak çok da elimizde değil. İşte, kendi emeğinle değil de, ailenin maddi-manevi mirası üzerinden hayat kurup, sonra da “bu dünyada benim başkalarından daha fazla kaynak üzerinde hakkım var, çünkü daha çok çalışıyor ve kazanıyorum!” diyebilmek, ancak çocukluktan, ilkokuldan ve hatta daha öncesinden kafalarımıza işlenen sistem unsurlarının sonuçları.
Ama hadi bizim tuzumuz kuru, alt sınıftakilerin bunda ne gibi bir hatası var? Onlar niye babadan oğula ayak işlerini yapanlar olarak nesillerini sürdürüyor? Uzak doğuda neredeyse bedavaya çalıştırılan milyonlarca çocuğun veya Afrika’nın açlıkla ve hastalıkla boğuşan halklarının, bu dünya üzerindeki kaynakların kullanımında hiç mi hakları yok? Bana günümüz serbest piyasa-parasal-kapitalist sisteminin doğurduğu bu çarpık sınıfların, burun kıvırdığımız Hint kast sisteminden, hatta lanetle andığımız ve sözde tarihin derinliklerine gömdüğümüz, babadan oğula miras yoluyla geçen “kölelik” sisteminden farklarının, benzerliklerinden çok olduğunu iddia edebilir misiniz? yoksa lafı karıştırıp “eee ama benim dedem de çok fakirmiş, dişiyle tırnağıyla didinip fabrikatör olmuş.” ucuzluğunu mu tercih edersiniz?
İlkokul demiştik… İşte, Afganistanlı çocuk ile Rockefeller Prensi örneği ne kadar uçsa ilkokulda kendi ekonomik sınıfımdan çocuklarla, köyden gelenlerin ise sınıfın öbür tarafında oturması o kadar yakın, bizzat şahit olduğum, gözlerimle gördüğüm bir örnek. Bunu uygulayan “sevgili” öğretmenimin ise bu tür bir ekonomik ayrımcılığın, aslında dünyada her gün açlıktan veya hastalıktan ölen en alt tabakadan 50.000’e varan insanlarla doğrudan bağlantılı olmasından haberi bile yok. O yalnızca kendisine söyleneni ve öğretileni yapıyor. Henüz fikir tartabilecek, oluşturabilecek ya da savunabilecek zerre entelektüel seviyesi olmayan çocuklara, yine o yaşlarda aileleri ve çevreleri tarafından verilen diğer tüm, politik, dini, cinsiyetçi, etnik ve kültürel ayrımcılıklar ve roller gibi, ekonomik ayrımcılığı aşılıyor. Duyarsızlığın ve dışlamanın temellerini atıp, o yaştaki çocuklara kendi gibi olmayana tepeden veya düşmanlıkla bakan gözler kazandırıyor. Üstelik onların faydasına olduğunu düşünerek.
Bu durumun toplumun çeşitli etkinliklerine ne kadar ayrıntılı bir şekilde işlediğini kestirmesi zor. İçimize işlenen bu kökten ayrımcılığın “bizler – onlar” farkı yaratması, nesiller ilerledikçe katlanarak büyüyen sonuçlar doğuruyor. Çocukluğunda bu ayrımcılığı içselleştiren üst sınıftakiler, alt sınıftakileri ezmeyi, onları kendi altlarında çalışmak zorunda olan insanlar olarak görmeyi, yaşamını devam ettirmek için ekonomik anlamda üst sınıfa bağımlı olan ve üstlerinin yüzlerine gülen alt sınıftakiler de, tepkisel olarak üst sınıftan ve onun yaşam tarzından nefret etmeyi normalleştiriyor. Bugün yıllardır elit kesimce ezilmiş kesimin “atar gider” edebiyatından başka vasfı olmayan bir diktatöre duyduğu koşulsuz bağlılığın sebeplerini aramak için fazla uzağa bakmaya gerek yok.
Daha geçenlerde yıllarca Milli Eğitim Bakanlığı’nda çalışmış babamla bu konu üzerine tartışmıştım. Öğretmenin kişiliğinin ve dünya görüşünün, onları eğitmesi için teslim edilen çocuklar üzerinde akıl almaz derecede etkili olduğunu ve dolayısıyla öğretmenin nasıl bir insan olduğunun, öğrettiği ders üzerindeki bilgisinin yalnızca müfredata yönelik değil, mantığı, yani “neden?” sorusunu karşılayabilecek nitelikte olmasının, insan ilişkilerindeki yeteneğinin ve hayata, dünyaya, insanlara, çevreye karşı bakışının nasıl bir bütün olduğunu ve büyük önemini savunurken, babam kişiliğin konuyla alakası olmadığını, öğretmenliğin profesyonelliğinden ve öğrencinin sorumluluğunun, öğreteceği konunun eğitimini almış ve bunu bilmesi yeterli olan öğretmenden gidip öğrenmek olduğunu, yapamazsa onun sorunu olduğunu söylüyordu. O gün bir eğitimci olarak böyle şeyler söyleyebilmesi karşısında dehşete düştüm, ancak şimdi anlayabiliyorum.
Hep söylüyoruz, bizi olduğumuz kişi yapan, “tamamen”, “bütünüyle”, yüzde yüz ailemiz, çevremiz ve içinde yaşadığımız toplumdur. herhangi bir insan davranışını çevresinden bağımsız olarak değerlendirmemiz mümkün değil. Kişiliklerimiz çevremizden gelen aşılama oranına göre, ne kadar yüksekse o kadar bir önceki nesle benziyor, ne kadar düşükse o kadar farklılaşabiliyor. Ancak önceki nesiller, özellikle köklü geleneklerin devamı gibi yetişmişse, kendinden sonra gelen nesilleri özgür bırakmak konusunda o kadar hevesli olmuyorlar. Bu binlerce yıllık “miras” konusundan bağımsız düşünme becerileri bile basit seviyede kalmış. Dolayısıyla, bir öğretmenin yalnızca öğrettiği şeyden ibaret olmadığı ve kişiliğiyle, daha önce de dediğim gibi entelektüel herhangi bir seviyesi bulunmayan çocuklar üzerinde çok büyük nüfuzu olduğunu, bu nüfuzun her zaman iyi bir şey olmayacağını ve aynı hataların tekrarlanması anlamına gelebileceğini anlamakta zorlanıyorlar.
Halbuki bu tip ayrımcılıkların nasıl işlediğinin farkına varmak bile birçok şeyi farklılaştırabilir. Baskıdan, propagandadan ve geleneksel öğretilerden sıyrılma ile ortaya çıkan özgür düşüncenin değiştirici gücünü görmemizi sağlayabilir. Bunun için yapmamız gereken şey ise, bizlere ve bizden önceki nesillere uygulanan “aynı olma ve aynıyı devam ettirme” baskısını, bizden sonraki nesillere mümkün olduğunca uygulamamak ve uygulamaya çalışan diğer kişi ve kurumların karşısında durmak. Bugün bunların en başında gelen kurumlardan biri ise, maalesef akla gelebilecek her anlamda yetersizlik abidesi yöneticiler ve uygulayıcılarla kaynayan yerleşik okul eğitiminin ta kendisi.
Bu konunun üzerine biraz düşünürseniz, “çocuk doğar, okula gider, diplomasını alır, adam olur.” döngüsünün dışına çıkmanın, o kadar da korkunç bir şey olmadığını görebilirsiniz. Ha gayret!