Bu anlatacağım bir baba ile kızın hikayesi; huyu suyu birbirine benzeyen; birlikte keyifle vakit geçiren bir babayla kızının. On yılı aşkındır ayrı şehirlerde yaşıyorlar. Kız, babanın ilk göz ağrısı, üç kardeşin en büyüğü. Sülalenin sevip bağrına bastığı bir damat getirdi aileye. Babasına ilk torun sevgisini yine o tattırdı.
Babayla kızın zevkleri, renkleri hep benzer oldu. Aynı takımın renklerine sevdalandılar; birlikte kanaryalı şarkılar şakıdılar. Evde televizyon kumandası ikisinden soruldu; Fransız filmlerini aynı zevkle izler; Yalan Rüzgarı’ndan benzer alayla bahsederlerdi. Baba kıza Beatles öğretti; kız rock sevgisini sonra ilerletti. Baba kıza Zeki Müren’in eski parçalarını, Adamo’yu, Dalida’yı, Elvis’i dinletti; kız sevdi. Kız, Paris’te Son Tango’yu babasının kitapları arasından alıp okudu. Birlikte Navratilova’yı izleyip lezbiyenliği hakkında lafladılar. MEB yayınlarından çıkan pembe-krem renklerde klasikleri sırayla hatmettiler. Kız biraz büyüyünce Gün Zileli’nin otobiyografik kitaplarını okuttu babasına. Babası hazla bitirdi hepsini. Baba kıza hiç din baskısı yapmadı, zaten Cuma’ya da altmışından sonra başladı. Kız, babadan Atatürk’ü de pek öğrenmedi; hele sosyalizmi ondan hiç duymadı. Baba, matematik kafasıydı; işi matematiksiz olmazdı. Fakat kıza biçtiği hedef siyasal bilimlerdi; baba bürokratları severdi. Kız biçilen hedef için çalıştı amma kıl payı da kaçırdı. Yine de Mülkiye’ye yan bahçeden yanaştı.
Babalı kızlı aynı şeylere huysuzlanırlardı. Ailenin en gevezeleriydi. İkisi de altı fazla açık, fokur fokur kaynayan çaydanlık görünce ya da buzdolabında üzeri açıkta kalmış, kurumuş peynirle karşılaşınca homur homur homurdanırlardı. İkisi de koyunun etine sütüne yanaşamaz, balığı kuyruğundan yutardı.
Kız babasıyla hep gurur duydu. Baba da kızıyla. İkisi de birbirinin hayattaki onurlu duruşlarından, yalandan, riyadan, paradan, rüşvetten uzak duruşundan pek mesut, pek bahtiyarlardı. İkisi birbirine her daim kefildi, şahitti.
Sonra gün geldi konuşamaz oldular. Sevgileri, ilgileri bakiydi ama bir alan vardı ki iş oraya geldi mi baba kızına eser gürler oldu. Kız sabırlıydı; gençliğindeki gibi fevri değil artık. Ama bır bır konuşmaktan da geri durmuyordu. Baba kalp hastasıydı, şeker de vardı. Sinirlenmek ona iyi gelmiyordu; ama kızının bu çıkışlarına da katlanamıyordu. Konuşma -ya da kavga- uzadıkça uzuyordu. Ta ki taraflardan biri daralıp “yeter tamam” diyene dek. En son bir telefon konuşması oldu, ailenin üzerine çöktü. Kız biraz rahatlamalıydı; kendisini bu satırları yazar buldu.
Ne olmuştu da konuşmaya başlamışlardı? Evet, geçmiş olsun dileğiydi başlangıç. Kız, boğaz enfeksiyonundan muzdaripti; baba kızını aradı:
– Geçmiş olsun Ayşe. Nasıl oldun?
Ayşe… Babası dışında ona Ayşe diyen pek çıkmazdı. Babası da Ayşe dışında başka hitap kullanmazdı. Babasının her Ayşe deyişi, kızı dinginleştirir, mutlu ederdi. Neden sonra konu döndü, dolaştı, mevzu o noktaya geldi. Herhalde, ikisinin de damarına işlemiş “karşısındakini ille de ikna çabası” devreye girmişti. Tam vedalaşmaya yakın baba attı konuyu ortaya:
– Dinledin mi kadını?
Kadını anladı kız. “Dinledim” deyip sustu.
– Ne kadar doğru konuştu! İşte ülkenin geldiği nokta bu.
– Ne?
– Bu, bölündük! Kurdunuz en sonunda…
– “Biz” mi? “Kurduk”???
Konuşmanın devamında kız, babasının dilinde “bölücü”, “Amerikan ajanı, uşağı”, “vatan haini” ve daha nicesi oldu. “Nereden bulaşmıştı bu Kürtçülük” ona, “aynı Taraf gazetesi yazarları gibi”ydi. Kızın tepkileri “Baba benim derdim insan, o ırk bu millet değil” ile başladı; “Baba yuh”, “Baba ne alakası var”, “Abartma baba”, “Yok artık”larla ilerledi. Ağır bir konuşma oldu, uzun oldu. Garipti. Bazen bir anda aynı yerde buluşuluyordu:
– Zengin Kürt de var.
– Evet baba var.
– Onlar da adam kayırıyor. Hemşericilik yapıyor.
– Doğrudur, yaparlar baba.
– Asıl en çok onlar eziyor.
– Zengin, fakiri her yerde ezer baba.
– E fakir Türkler ne olacak?
– Onlar da örgütlenip mücadele edecekler.
Sonra hemen ayrışıyorlardı:
– E Kürtlere bu fazladan ilgi neden?
– Anadillerinde eğitim istiyorlar, bu onların hakkı baba.
– Bölündük gitti. Onlar yıllardır konuşuyorlar bu dili.
– Evde konuşmakla okulda eğitim başka şey baba. Yazamıyorlar, alanları yok, dilleri yok oluyor, kayboluyor…
– Lazların eksiği ne?
– İstesinler, onların da olsun.
– Herkese ayrı ayrı öğretmen mi bulacak devlet?
– Bulsun.
– Ya…
Kız bir türlü anlayamıyordu. Bu kadar aynı kültürden beslenmiş iki insan nasıl bu kadar birbirini anlamaz, dinlemez (tabii kız, babasının kendini dinlemediğini düşünüyordu) hale gelirdi? Birinin apaçık ak olarak gördüğü şeyi, öbürü nasıl kapkara diye okurdu? Aynı örnek baba için A iken, nasıl kız için Z’nin kanıtıydı?
– Fahri Korutürk vardı, Ahmet Türk var. Bak soyadları Türk. – Evet baba, sence de burada bir gariplik yok mu?
– Yok!
– Kürt’ün soyadının Türk olması garip değil mi? – Yok işte, Türk’ü Kürt’ü yoktu, tek millet vardı eskiden. Herkes Türk’tü. Onlar bölücülük yaptı. – Baba bak bir arkadaş vardı. Çocuk Ermeni. Adı Türk. Sence bu garip değil mi, absürd değil mi? – Değil… Kaynaşmışlık. – Baba ondan değil, korkudan bu insanların isminde Türk var. Korkudan! – He sen öyle bil. Amerika’nın soktuğu fikirler hep bunlar.
“Bu adam böyle değildi” diye düşündü kız. Onca yıl böyle paranoyaklığına rast gelmemişti. Babası aslında tek kelimeyle “komik”ti; ama bunu ona yakıştıramıyordu. Anlayamıyor, anlamlandıramıyordu. O kadar iyi tanıdığı babası, zekasına, aklına, ahlakına güvendiğini her fırsatta tekrarladığı kızını nasıl bu kadar hiçe sayardı, dinlemezdi, tersine aşağılayıp kat’i yargılarla hapsederdi… Tamam, babası belli ki milliyetçiydi. Kızı vaktiyle 6-7 Eylül için babasının ağzını yokladığında ya da Gökçeada’da terk edilmiş Rum köylerini gezerken ettiği sözlerde kendini açık etmişti… Ama o sözcüklerde kız, babadaki utancı da, sıkılganlığı da görmüş ve rahatlamıştı. Şimdi o konuşulabilir, tartışılabilir adam gitmişti. Baba için tek gerçek vardı, kızı terörist ya da terörist sempatizanıydı.
Peki bu sadece onlara mı olmuştu? Yok, böyle olmadığını biliyordu kız. Başka dostları vardı ana-babalarınca ihanet içinde olmakla itham edilen. Toplum şirazesinden çıkmıştı. Evet bir bölünme vardı gerçekten, babasında bir doğruluk payı… Aileler içinde, kardeşler arasında, arkadaşlıklarda… Bölünme keskinleşiyordu giderek. Bir konuşamama halidir, bir akıl tutulmasıdır gidiyordu.
Üzüldü kız. Babadan işittiği laflara üzüldü. Ona kendini, derdini anlatamadığına ve belli ki hiç anlaşılamayacak olmasına üzüldü. Onu üzen olaylara babasının üzülmemesine üzüldü. Sonra dönüp kendi kızına baktı. İkisi için başka bir gelecek hayal etti. Kızını hep dinleyebilir olmayı, onun tarafından hep dinlenebilir olmayı istedi. Yaşlandıkça tutuculaşmamayı, insanlıktan vazgeçmemeyi diledi. Babasıyla da bir daha bunları konuşmamanın tek yol olduğuna karar verdi.