Kamuoyunda kısaca 4+4+4 yasası olarak bilinen ve kabaca 1997 yılında gerçekleştirilen 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimi, teoride 12 yıl zorunlu ama kesintili eğitim uygulamasıyla sonlandıran kanun, AKP hükümetinin eğitime yaptığı en doğrudan müdahale olarak tarihteki yerini aldı. Sorgulama ve müzakere sürecini engellemek için yasada “hükümet isterse bu kanununun uygulamasını bir yıl geciktirebilir” şeklindeki imkândan da yararlanılmadı. Mart 2012’de birkaç hafta gündemde kaldıktan sonra kabul edilen kanun, alabildiğine radikal bir reform olarak sunulmasına karşın neredeyse 6 ay gibi bir süre zarfında, üstelik eğitim kurumlarının altyapı sorunları göz önünde bulundurulmaksızın uygulamaya geçildi. Yasa şu noktalarda değişim öngörüyordu.
1. Okula başlama yaşı 6’ya çekildi.
2. İlköğretim 4 yıla indirilmiş oldu.
3. Mesleki eğitimin başlangıcı 10 yaşa kadar geriletildi.
Yasayı eğitimciler ve AKP’nin ideolojik eleştirmenleri birkaç noktada sorunlu buldular.
1. 6 yaş (66 ay) okula başlamak için doğru bir zaman değildi. Bu yaşta çocuklar okul öncesi eğitime alınmalıydılar.
2. 10 yaş mesleki eğitime başlamak için uygun değildi. Ortaokul düzeyinde mesleki eğitim veren tek okul tipi imam hatip liseleri olduğu için düzenleme doğrudan doğruya bu okulların 8 yıllık kesintisiz eğitim yasasıyla birlikte işlevsizleşmiş orta kısımlarını yeniden işlevlendirme girişimi olarak görüldü.
3. Acaba okullar ve öğretmenler alelacele başlatılan bu düzenlemeye hazırlıklılar mıydı?
En kolayı üçüncü eleştiriden başlamak galiba. Hayır, ne okullar ne de öğretmenler bu düzenlemeye hazırlıklı değiller. Çünkü istatistiklere göre Türkiye’de 32 bin 108 ilköğretim okulunda, 515 bin 852 öğretmen, 11 milyon öğrenciye eğitim veriyor. Mesleki eğitim veren okulların orta öğretim bölümlerinde ise durum çok fena. 9 bin 672 okulda, 235 bin 814 öğretmen, 4 milyon 756 bin öğrenciyle baş başa. Genel liselerde derslik başına 42 öğrenci düşüyor. Henüz kaç yeni öğrencinin okula başlayacağı bilinmediği için, mevcut sistemin kaç okul ve derslik gerektirdiği de bilinmiyor. Yapılan kaba hesaplar, sadece İstanbul’da bu yıl yaklaşık 270 bin öğrencinin okula başlayacağını, bunun 6 bin 800 derslik yani aşağı yukarı 100 kadar yeni okul gerektirdiğini ortaya koyuyor. Bütün Türkiye söz konusu olduğunda 800 kadar yeni okul ve 1.9 milyar liralık bir eğitim yatırımı yapılması gerekiyor. Bu kaynağın herhangi bir şekilde ayrılıp ayrılmadığı bilinmiyor. Bu durumda söz konusu yatırım yapılsa bile önümüzdeki 3-4 yıl içinde sınıfların kalabalıklaşması suretiyle meselenin tam da Türk usulü çözüleceğini tahmin etmek zor değil.
Birinci eleştiriye konu olan düzenleme, yasa okula başlama uygunluğunu hekimlerden alınacak raporlara bağladığı için okul kayıt döneminin ilk günlerinden itibaren büyük bir karmaşa yarattı. Çocuklarının bu yaşta okula başlamasını uygun görmeyen veliler, çocuğun bedensel ve zihinsel gelişimi hakkında olumsuz rapor verecek doktor aramaya koyuldular. Cevap Tayyip Erdoğan’dan geldi: “Bu 66 ay meselesinde gidip rapor alanları ben evlatlarına ihanetle vasıflandırıyorum. Niye? ‘Benim evladım geri zekalıdır’ diyor. Yani iki ay mı senin evladını iyi noktaya getirecek.”
İkinci eleştirinin işaret ettiği mevzu ise yasa metninin gerekçesinde ve yasaya yönelik eleştirilere karşılık olarak sorulu cevaplı bir de savunu metninde hafi.
Gerekçe metninin ilk paragraflarından birinde, eğitim alanında neden bu denli köklü bir reform ihtiyacı olduğuna dair gerekçelerin ilki olarak şu iki cümle kuruluyor peş peşe: “Ekonominin rekabet gücü, üretkenliği ve verimliliği, sosyal dokunun sağlamlığı, kültür-sanat alanının canlılık ve zenginliği eğitim sisteminin kalitesiyle doğrudan bağlantılıdır. Bunlardan da önemlisi, toplumsal düzenin adaleti, eğitimde fırsat eşitliğinin ne ölçüde sağlandığına göre şekillenmektedir.” Yeni devlet ekonomizminin eskisinden devralınmış ayrıcalıklı bir miras olduğunu bildiğimiz için cümlenin “ekonominin rekabet gücü, üretkenliği ve verimliliği” terennümüyle başlaması şaşırtıcı değil. Gerekçe metninin neredeyse tamamının mesleki eğitimin yüceltilmesi hedefine kilitlenmesi de anlaşılabilir. Şaşırtıcı olan gerekçeyle yasa arasındaki çelişkiler: İlköğretim, temel bilgi ve değerlerin verildiği bir alan olarak tanımlanıyor: “Öğrencinin okuma-yazma ile sayısal düşünme ve çözüm yetenekleri açısından ilk adımları attığı, toplumsal hayata ilişkin bilgileri ana hatlarıyla kavradığı, ailesi, milleti ve ülkesine karşı temel değerleri özümsediği, çeşitli alanlardaki bilgisini oluşturmaya başladığı bu dönem (ilköğretim), esasında öğrenim hayatının başarısının anahtarıdır.” Peki o zaman neden dört yıla indiriliyor?
Derken gerekçe metni 28 Şubat’ın eğitim reformuna dair bildik eleştirilere kilitleniyor: “Kesintisiz eğitimin neden olduğu önemli olumsuzlukların bir diğerini ise bu uygulamanın mesleki eğitime vurduğu darbe oluşturmaktadır… İnsanları yararlı ve üretken olabilecekleri meslek dallarına küçük yaşlardan itibaren yöneltmek ve onlara bu anlamda gerekli eğitimi vermek, toplumun ve onun örgütlenmiş hali olan devletin fertlere karşı sorumluluğudur.”
Bireyin başka bir dolayımla bir kez daha üretim gereci olarak tarif edildiği bu paragrafın ardından mevcut mesleki eğitimin anlamsızlığı vurgulanıyor: “14 yaşını bitirene kadar henüz hiçbir meslek dalına yönelik temel ve hazırlayıcı eğitim almamış bir öğrencinin, bu yaştan sonra yapılacak yöneltme ve yönlendirmeler sonucunda alacağı mesleki eğitim arzu edilen kaliteyi sağlamaktan uzak kalacaktır.”
Lakin ne gerekçe ne de savunu metni imam hatip liseleri dışında orta öğretim düzeyinde nasıl bir mesleki eğitim sunulacağı konusunda açık değil. Savunu metninde imam hatip liselerinin orta kısımları ile ilgili olarak şu açıklama yapılıyor: “4. sınıfı tamamlayan çocuklar imam hatip ortaokullarına ya da diğer ortaokullara gidebileceklerdir.” Ortaokul düzeyinde mesleki eğitim veren başka okul olmadığı ve muhtemelen olmayacağı için bu aşamada imam hatip okullarının mesleki eğitim veren kurumlar olarak değil, genel ortaokullarla eş muamele gördüklerini söyleyebiliriz. Şu durumda ilköğretimin dört yılını tamamlamış, 9 yaşındaki öğrencinin ailesine bir seçim yapmak düşüyor: Çocuğu imam hatip ortaokuluna ya da genel ortaokullardan birine göndermek. Çocuk 4 yılını da burada doldurup, 13 yaşına geldiğinde aile bir tercih daha yapacak: Eğitime okulda devam etmek (dolayısıyla meslek liselerinden ya da genel liselerinden birini seçmek) ya da eğitim sisteminin dışına çıkıp (her iki metin de aksini iddia etse de) çıraklık eğitimine başlayarak genel lisenin asgari müfredatını açık lise aracılığıyla tamamlamak ve nihayet diplomasını almak.
Bu aşamadan sonra sıra katsayı problemine geliyor: 28 Şubat sürecinin imam hatip lisesi mezunlarını üniversite sistemi dışında tutmak için uygulamaya koyduğu ama bu arada meslek liselerinin tamamını harcadığı katsayı sistemi (haklı olarak) eleştiriliyor. Hükümetin aklından geçeni biliyoruz: Katsayı uygulamasını kaldırmak. Ancak bu yönde YÖK tarafından atılan bir adım daha önce Danıştay’dan döndüğü için “katsayıyı kaldırıyoruz” denilemiyor. Bunun yerine iki yıllık meslek okullarına girişi, meslek liselerinden mezun olanlar için sınavsız hale getirerek, farklılaştırılmış katsayı uygulaması yerine tek bir katsayı belirlemek ve ortaöğretim başarı puanıyla desteklemek suretiyle 28 Şubat’ın katsayı uygulamasının etrafından dolaşıyor.
Yasanın mevcut uygulamayla ve verdiği vaadlerle çeliştiği pek çok durum söz konusu. Bunların başında da 4+4+4’ün öğrencilerin fiziksel olarak ayrıldıkları bir düzeneğe dönüşmesi vaadindeki çekingenlik geliyor. Her ne kadar İl Özel İdareleri’nin hatırı sayılır (yüzde 20) oranında ayıracakları ödenekle arsa temin edilip, bu okullar birbirlerinden ayrı inşa edilir deniyorsa da, hükümet genel bütçeden okul inşasına pay ayırmayı vadetmiyor. Ayrıca kaynağın İl Özel İdareleri bütçesinden sağlanmasının iller ve bölgeler arasında yaratacağı eşitsizliğin nasıl giderileceğine de değinilmiyor. Bunun yerine “gerekli görüldüğü hallerde” ilk, orta ve lise eğitiminin aynı binada yapılabileceğini söylüyor ki, “gerekli görülen haller”in, görülmeyen hallere açık ara fark atacağını tahmin etmek zor değil.
İkincisi “ekonominin rekabet gücünün artması için mesleki eğitime öncelik vereceğim” dese de hem ortaöğretim düzeyinde bir mesleki eğitim kurumu -imam hatip liseleri dışında- tanımlama konusunda çekingen davranarak hem de katsayı uygulamasını kaldırarak aslında hedefin hiç de mesleki eğitim olmadığını beyan etmiş oluyor. AKP söz konusu olduğunda anlaşılabilir bir durum. Zira Başbakan kendi ağzıyla “dindar nesiller yetiştireceğiz” demişti. Gene de insanın aklına kaçınılmaz olarak “madem mesleki eğitim bu kadar önemli, neden meslek lisesini bitirmiş gencin yüksek öğretim düzeyinde de aynı mesleki eğitim ekseninde devam etmesi teşvik edilmiyor” sorusu geliyor. Buna cevap hazır: Yüksek okullara sınavsız giriş hakkı tanıyoruz. Ancak Türkiye’de üniversitelerin mesleki eğitim veren iki yıllık ön lisans programlarının çok büyük bir bölümünde derslere, civardaki lise öğretmenlerinin girdiği düşünülürse pratikte sınavsız girilen bu okulların pek de üniversite olmadığı ve CV’lerde şık durmayacağı tahmin edilebilir.
Afet Yasası, Kentsel Dönüşüm Yasası, SGK ve GSS düzenlemeleri bir arada okunduğunda açıkça görülecek bir mesele var: Devlet artık vatandaşlarının temel gereksinimlerini kendisi açısından birer sorumluluk alanı olarak değil, yatırım fırsatı olarak görüyor. Zira GSS ve SGK düzenlemeleri bir arada düşünüldüğünde, SGK’nın TOKİ’nin devlet sistemi içindeki işlevine benzer bir şekilde, devasa ve devlet destekli bir sigorta şirketine dönüştüğünü görebiliriz. Afet Yasası ve kentsel dönüşüm uygulamaları da devleti vatandaşın konut ve olası afetler karşısında güvende olma hak ve taleplerini devlet tarafından açılan bir ekonomik etkinlik alanına dönüştürmüş durumda. 4+4+4 yasası ise, eğitim etkinliğinin “nesnesi” olarak tanımladığı çocuğu, aileyle devletin bir arada şekillendirdikleri bir üretim gereci olarak konumluyor. Aile vurgusu GSS yasasında da sıkı bir şekilde yapılıyor. Zira bu yasayla sosyal güvenlik sistemi bireysel olmaktan çıkartılıp hane halkı olgusu çerçevesinde yapılandırılıyor. Düzenlemelerin tarif ettiği yeni devlet çerçevesi şöyle bir manzaraya tekabül eiyor: Devlet vatandaşın temel mevcudiyet koşullarını kendisi için kârlı bir yatırıma dönüştüremediği alanlardan çekiliyor. Söz konusu mevcudiyet koşullarına bir yatırımcı olarak müdahale ettiğindeyse bireyi ekonomik anlamda bir tasarruf nesnesine indirgiyor. Genellikle kendisi dışında kalan alternatifler (özel hastane, özel okul, özel güvenlik vb.) devasa bir holdinge dönüşen devletle rekabet edemeyecek kadar yüksek maliyetli özel girişimler olduğundan hayatın her alanında mutlak bir hakimiyet kazanıyor. Buna itiraz ettiğinizde “bakın sosyal devlete itiraz ediyorlar” deniyor. Bir yandan da devletin sunduğu ürün ve hizmetlerin fiyatları kullanıcı aleyhine sürekli olarak artıyor. 4+4+4 de devletin tüm vatandaşlar üzerinde kullandığı bu yetkiyi, hane halkı sınırları içinde aile reisine kısmen devrediyor. Aileye diyor ki, “Çocuğunu istediğin gibi yetiştirmekte özgürsün. 4 yıl ilköğretime gönder, sonra istersen imam-hatip lisesine ister ortaokula, ardından çırak olarak da verebilirsin, meslek lisesine de, düz liseye de gönderebilirsin. Hatta istersen evinde oturtup, açık lise marifetiyle diplomasını aldırırsın.”
Şeytan bunun neresinde? Şeytan elbette çocuğun geleceği hakkında ailenin söz sahibi olmasında değil. Genellikle temyiz mahkemelerinde hakimlerin dile getirdikleri gibi “hayatın olağan akışı” zaten bunu getiriyor. Ama bu söz sahibi kılış, girişimci devletin aileye tanıdığı mutlak bir ayrıcalık olarak konumlandığı, üstelik bunun din eğitimine dair vurgunun bu kadar sık ve sıradan bir konuymuşçasına vurgulandığı bir yasa metniyle yapıldığında insan kaçınılmaz olarak “paranoyak olmam takip edilmediğim anlamına gelmez” kanaatine varıyor.
Yasanın seçmeli ders olarak -başka dersler de açılacağını vadedip “tabii gereken öğretmen kadrosu bulunursa” diyerek bu ihtimali bertaraf etmek suretiyle- “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Muhammed’in hayatı” derslerini adlandırmış ve üstelik toplamda dört saate çıkartmış olması da bu meyanda çok manalı. Böylece haftada dört saat dindarlık dersini zorunlulaştırmış oluyor. AKP’nin ideolojik eleştirmenleri bu uygulamayla bütün okulların imam hatipleşeceğini söylüyorlar. Ama aslında bu girişim AKP’nin Kemalizm dersini ne kadar iyi çalıştığını bir kez daha ele veriyor.
Dindar nesil yetiştirmek için devlet okullarını kullanmak dahiyane bir fikir. Söz konusu derslerin İnkılap Tarihi dersleriyle aynı işlevi göreceğini biraz pedagoji bilen herkes tahmin eder. İnkılâp Tarihi dersleri hem velilerin hem çocukların zekâsını aşağılayan bir ideolojik yükle doluydu. Bu aşağılamaya cevap 2000‘lerde bizatihi AKP’yi var eden neo-İslamcılığın her alanda önlenemez yükselişiyle verildi. İdeolojik yükle bindirilmiş din derslerinin toplumda kimbilir ne türden bir karşılık bulacağı meselesinin asıl korkutması gereken grup bugünün dindarları. Fakat ne yazık ki “güç bende artık” söyleminin gölgesinde bu hayati detayları düşünmek henüz kimsenin işine gelmiyor.
AKP’nin demokrasi anlayışı, çoğunlukta olduğunu düşündüğü ve daha da çoğalmalarını arzu ettiği muhafazakâr ve dindar ailelerin sistemden daha fazla yararlanmalarını sağlama eksenine kilitlenmiş durumunda. Çocuğunu düz ortaokul ve liseye göndermekten imtina eden aileye, imam hatip liselerinin muhafazakâr(laştırıcı) eğitim çerçevesini öneriyor. İmam hatip liselerinden mezun olanların üniversite sistemine dahil olmaları önündeki engelleri de başarı puanı uygulamasıyla kaldırıyor. Bu koşullar altında önümüzdeki yıllarda imam hatip liselerinin idari bir kayırmaya (en iyi öğretmenler, ekstra yatırımlar, iş adamlarından gelecek bonus bağışlar vb.) tabi tutulması da beklenebilir. Tıpkı 1990‘larda olduğu gibi üniversiteye daha çok öğrenci gönderdiği için aileler bu okulları tercih edecekler. AKP’nin hangi toplumsal tabandan geldiği göz önünde bulundurulduğunda nihayet imam hatip liselerinin sorununa çözüm bulmasında ve onlara yeni avantajlar sağlamasında da bir beis yok. Ancak bu çözümü üreteceğim derken çocuğu dindar ve üretken bir vatandaş olarak yetiştirilmek üzere ailenin mutlak hakimiyetine teslim etmesi hem toplumsal mühendislik ilkeleri hem de ideolojik temelleri bağlamında bugünden çok yarın sorgulanacak bir karar.