Antarktika kıtasında, bakışlarından zeka fışkıran ve siyah-beyaz takım elbise giyen genç bir penguen yaşardı, adı Pen’di. Pen, öğrenme merakı ve heyecan arayan kişiliğiyle bir çok penguenden farklıydı. Günün birinde, kış kıyametten, soğuk ve buzlardan o kadar sıkıldı ki, havanın sıcak olduğu bir ülkeyi merak etmeye başladı. Düşündü taşındı ve bir geziye çıkmaya karar verdi. Pen’e bu kararından dolayı hak vermemek mümkün değildi.

Nedenini merak ediyorsanız hemen söyleyeyim; Antarktika kıtasında en sıcak yaz günü, -20 dereceydi. Tabii eğer şansları varsa. Çünkü bazı yazlar da sıcaklık -70 derece olabiliyordu. Yani anlayacağınız, bizim tahmin edemeyeceğimiz kadar soğuktu orası.

Pen geziye çıkmaya karar verince dünya haritasını önüne aldı. Sağdan sola, soldan sağa baktı durdu. Öğretmeninin ona öğrettiği bilgileri aklından geçirdi. Ama hiç birisini aklının içinde bulamadı.

Pen, en çok ağaçları merak ediyordu. Şimdiye kadar tek bir ağaç bile görmemişti. Çünkü ne yazık ki Antarktika’da ağaç yoktu. Yağmur da yağmazdı. Bazı bölgelerde iki milyon yıldır yağmur yağmadığı söylenirdi. Onun için gideceği yerin mutlaka bol ağaçlı bir yer olması gerektiğine karar verdi. Döndüğünde ailesine ve arkadaşlarına anlatacağı çeşit çeşit ağaçlar olmalıydı. Kalın veya ince gövdeli, uzun veya kısa boylu, çiçekli veya meyveli. İçine bir heyecan düştü. Kanı fokurdadı.

Kararını vermişti, elbette geziye çıkacaktı, çeşit çeşit ağaç görecekti ve onlara sarılacaktı. Buzun üstünde sevinçle sıçradı. O kadar yükseğe sıçradı ki karnının üstüne düştü. Düştüğü gibi de kaymaya başladı; bu bütün penguenlerin çok iyi bildiği bir şeydi. Arkadaşlarının şaşkınlıkla kendisine bakmasına aldırmadan bir yandan da bağırıyordu.

“Beeeeen geziye çıkıyoruuuuuuuuuum!”

Pen, tam yolculuk hazırlıklarına başlamış, gideceği yerleri evire çevire tarıyordu ki çok şaşırtıcı bir şey oldu. O ana kadar yaşanmamış bir şey! O bölgenin bütün penguenleri; yani yaşlıları, çocukları, dişi ve erkekleri hatta çatlamayı bekleyen yumurtaları bile kendilerini bir kutunun içinde buluverdiler! Nasıl yani, demeyin. Ben de bilmiyorum.

Penguenler ilk şaşkınlıklarını üstlerinden attıktan sonra olan biteni anlamak için soru sormaya başladılar: Neden bu kutunun içine girmişlerdi? Ne zaman çıkacaklardı ve daha da önemlisi kim sokmuştu bu kutuya onları?

Pen, başlarına gelen bu duruma çok sinirlenmişti. Bazıları “Canım ne var bunda? Bir kutunun içindeysek ne olmuş, yediğimiz önümüzde, yemediğimiz ardımızda” dedilerse de, Pen ve arkadaşları bunun bir esaret olduğunu pekala biliyorlardı. Açıkçası, esir alınmışlar ve bir kutunun içine hapsedilmişlerdi.

Pen ve arkadaşları genç ve cesurdular. Kendilerine dayatılan koşulları hemen kabul edecek gençlerden değillerdi. Bunu onlara yapanları araştırdılar ve bundan kimin sorumlu olduğunu sonunda öğrendiler. Tamam, kutunun içine onları kimlerin hapsettiğini bulmuşlardı ama neden böyle bir şey yaptıklarını ve onları ne zaman özgür bırakacaklarını öğrenememişlerdi.

Pen, içine tıkıldıkları kutunun, çikolata, çiklet veya deterjan gibi ürünler gösterip kendileriyle ilgilenmedikleri birkaç dakikalık sürelerde –Pen, daha sonra bu sürelere reklam kuşağı dendiğini öğrenecekti- planını yaptı. Kendilerini sabah akşam o kutuya hapseden ülkeye gidecek ve herkesi özgürlüğüne kavuşturacaktı. Ailesine ve arkadaşlarına, onları tutsak eden bu kutudan kurtarmak için yola çıkacağını söyledi. En yakın zamanda tekrar geri döneceğine söz vererek onlara sarıldı ve veda etti. Geride bıraktıkları için hüzün, gelecekte vereceği mücadele için ise heyecan duyuyordu.

Pen bir garip diyarda…

Pen varması gereken yere vardığında önce çok korktu. Sokaklar çok kalabalıktı. Ne de olsa bu kadar çok insan görmeye alışkın değildi. Bazı dükkânların önünden geçerken vitrinde bulunan kutuların içinde kendi ailesini, tanıdıklarını ve arkadaşlarını görmekten dolayı çok üzülüyordu. Bir çıkış yolu bulması gerektiğini biliyor ama bir türlü ne yapacağına karar veremiyordu. Çünkü burada hiçbir tanıdığı yoktu. Ona yardım edecek bir arkadaş bulmak amacıyla kalabalığın ortasında, yakınlarda bulunan bir parka gitmeye karar verdi. Parka hayran kaldı. Tam da düşlediği gibi hava sıcaktı. Parktaki ağaçlar harikaydı ve gölgeleri kocamandı. Orada bulunan insanlar herhalde çok mutluydu.

Pen de bir ağacın gölgesine oturdu. “Keşke bizimkiler de buraları görebilse” diye düşündü. “Neden bizde hiç ağaç yok acaba. Halbuki ağaçlar ne kadar güzel” diye geçirdi aklından.

Orada bulunan insanların hiç birisini tanımamasına rağmen onları kendisine yakın hissetti. İyi insanlara benziyorlardı. Bir an için yakınlarının o kutu içinde olduklarını unutup derin bir nefes çekti ciğerlerine. Burası harika bir yerdi!

Ama Pen’in bu düşünceleri ne yazık ki çok kısa sürdü. Dev bir ejderhaya benzeyen bir makine, korkunç gürültüler kopararak, parkın içine, kalabalığın arasına dalıverdi. Kocaman ve korkunç bir solucan gibi toprağı eşelemeye başladı. Deniz sesinin dışındaki seslere alışkın olmayan Pen’in kulakları zonklamaya başladı. “Neler oluyor?” diye bağırdı. Ama kimsenin ona cevap verecek zamanı yoktu.

Herkes o canavar makinenin etrafını sarmış, onun bir yılan balığı gibi toprağın içine girmesini engellemeye çalışıyordu. Pen, şimdi canavar makineyi daha iyi görüyordu. Kocaman taraklı bir kovası vardı. İnsanlar “kepçeye dikkat” diye bağırıyorlardı. Kepçe tehlikeli bir biçimde bir ağacın köklerine yaklaşmıştı. Ağaç zarar görmemek için köklerini sanki geri çekmeye çalışıyordu. Ama acımasız canavar ona hiddetle yaklaşıyordu. Aniden birisi kepçenin önüne kendini attı. Hatta üstüne çıktı. Arkadaşları onu yalnız bırakmadı. Birçok insan ağaçların önüne dizilmiş kepçenin yaklaşmasını engelledi. Pen, ya canavar makine insanlara zarar verirse diye düşünerek nefesini korkuyla tuttu. Korktuğu olmadı. Orada bulunan insanlar ağaçları kurtarmışlardı galiba. Ama neler oluyordu? Makineler ağaçlardan ne istiyorlardı? Pen bütün bu olan bitenlere bir türlü anlam veremiyordu!

Canavar makine homurdanarak geri çekildi. Adam ve çevresindeki diğer arkadaşları kepçeden indi, insanlar sevinç çığlıkları atıp birbirlerine sarıldılar. Herkes şarkı söylüyor, dans ediyordu. Demek ki parkta bulunan insanlar ağaçları seviyor, onları korumak ve kurtarmak istiyordu. Pen’in diğer insanların neden ağaçları yok etmek istediklerine aklı takılmıştı. Yoksa bazı insanlar ağaçları sevmiyor muydu? Ağaçları sevmiyorsa yürüdüğü yollarda gördüğü o kocaman binaları mı seviyorlardı? Ama bu düşüncesini de çok mantıklı bulmadı. Çünkü o kocaman binalardan zaten çok vardı. Daha fazla neden istenecekti ki?

Oysa ağaçlar çok fazla değildi. Bir penguen olarak az bulunan şeylerin veya canlıların daha da çok korunması gerektiğini biliyordu. Yoksa bazı insanlar bunu bilmiyor muydu? Bu soruların cevabını bilmediğinden “şimdi önemli olan bu sevimli insanların ağaç düşmanlarını yenmiş olmaları” diye düşündü. İçi sevinçle doldu. Pen’in canı birisine sarılmak istedi. Sevincini paylaşabileceği bir arkadaşının olmamasına üzüldü. Ama ortalık o kadar barışçıl ve arkadaşçaydı ki yine de yalnızlık hissetmedi.

Etrafındaki insanlar bir yandan yemek pişiriyor, bir yandan şarkı söylüyor, bir yandan da çadırlar kuruyorlardı. Herkes birbirine yardım ediyordu. Elden ele pişecek yiyecekler dolaşıyor, kimileri resim yapıyor kimileri de yazılar yazıyordu. Pen onların ne demek olduğunu tam anlayamadı ama gülümseyen yüzlerden birçok şeyin komik olduğu sonucuna vardı.

Pen’in karnı çok acıkmıştı. Yiyecek bir şeyler almak için para denilen kağıt veya metallerin olması gerektiğini duymuştu. Kendisinde ise ne kağıt ne de metal para vardı. Karnının gurultusunu başkaları duyacak diye endişelenip etrafına bakındı. Ne de olsa utanıyordu. Birden sandviç tutan bir elin kendisine uzandığını gördü.

“Peynir ve domatesli. Alır mısın?”

Pen kendisine uzatılmış sandviçe şaşkınlıkla baktı.

“Bana mı? Ama benim param yok ki..” dedi.

“Burada para geçmez arkadaşım. Burada olan her şey, hepimizin! İhtiyacımız kadar alırız. Ne fazlası ne de eksiği.”

“Ne kadar güzel! Her yerde böyle mi?”

“Ne yazık ki sadece burada geçerli. Bu parkta!”

“Peki biraz önce o korkunç sesleri çıkaran canavara benzeyen o makine neden ağacın köklerine saldırdı?”

“Çünkü ağaçları öldürmek istiyorlar!”

Pen korkuyla bağırdı:

“Ağaçları öldürmek mi! Ama neden?”

Yeni arkadaşı yeşil ojeli elini Pen’in omuzuna attı ve tatlılıkla anlatmaya başladı:

“Belli ki sen yenisin buralarda. Gerçi gözüm ısırıyor seni bir yerlerden, sanki daha önceden görmüş gibiyim.”

“Beni, ailemi ve arkadaşlarımı kutularda görmüşsündür” diye atıldı Pen. En azından bir konuyu tahmin edebilmenin ve bir şeyi bilmenin gururu ile.

“Kutularda mı?”

Uzun kızıl saçlı kız gülmeye başladı.

“Çok hoşsun arkadaşım. Televizyona kutu mu diyorsun? Ama doğru söylüyorsun. 24 saat boyunca televizyonlardasınız. Ağaçları sökmeye çalıştıkları andan itibaren sürekli televizyonda penguenleri gösteriyorlar. Sizi sizden daha iyi biliyoruz. Mesela sana bir soru soracağım, bakalım bilecek misin?”

Pen konunun kendisine dönmesinden memnun olduğu için gözlerini heyecanla kırpıştırdı. “Sor tabii!”

“Antarktika’daki kral penguenler günde kaç kere denize girerler avlanmak için?”

Pen yüzgecini başına götürdü ve düşünmeye çalıştı. Kralları kaç kere dalıyordu denize acaba? Bir takım sayıları topladı, çıkardı, çarptı ve bir sonuca ulaştığını var saydı:

“Acaba 20 kere mi?” emin olmadığı için sesi biraz titredi yanakları da biraz kızardı.

Arkadaşı, başındaki şapkanın kurdelesini çekiştirerek gülmeye başladı. Pen’in sırtına dostça bir şaplak indirerek konuştu.

“Çok komiksin doğrusu. Kral penguen günde tam 140 kere denize dalar avlanmak için. Yaaa? Peki aşağı yukarı kaç kere avlanabilir, biliyor musun?”

Pen’in yüzünün daha da kızarmasından son sorusunu da bilmediğini anlayarak hemen kendi yanıtladı:

“Sadece 10-15 kere av çıkarabilirlermiş. Tabii ki sen bunları biliyorsun değil mi? Biz de park sayesinde sizleri sizin kadar tanıdık.”

Pen, arkadaşı sorunun cevabını beklemeden devam ettiği için ona sevgiyle bakıp başını salladı.

“Benim adım Pen! Ya seninki ne?”

“Benim adım Çapulletta!”

“Uzun bir adın varmış!”

“Sen bana istersen Çapul diyebilirsin. Bütün yakın arkadaşlarım bana öyle der.”

“Yok, ben sana Çapulletta diyeceğim. Daha güzel bir isim.”

İki kafadar sohbet ederek bir ağacın dibine oturdular. Pen bir arkadaş bulduğu için çok sevinçliydi. İçinden diğer penguenlerin o kutudan çıkabilmeleri için yeni arkadaşından yardım isteyip istemeyeceğini düşünmeye başladı. Çapulletta ve arkadaşlarının belli ki bir sürü derdi vardı. Ona vakit ayıramayabilirlerdi.

“Seni hangi rüzgar attı buralara Pen?”

“Bizi kutuya tıktıkları için geldim. Ailemi ve arkadaşlarımı kutudan kurtarmak amacıyla. Sanıyorum bizim kutuda olmamızla, parkın ağaçlarının sökülmesi arasında bir bağlantı var. Öyle değil mi?”

Çapulletta sevimli yüzünü, dalların ve yaprakların arasından süzülen güneş ışığına çevirdi. Bir süre parıldayan güneşi seyretti.

“Çok zekisin Pen. Haklısın. Buradaki ağaçları sökmek istiyorlar, ama bunun yanlış olduğunu bildiklerinden herkes görsün istemiyorlar. Bunu saklamak için de sizi televizyona hapsedip sürekli sizi gösteriyorlar. Yani ortak bir kaderimiz var.”

“Ama neden bunu yapıyorlar?”

“Çünkü bu güzelim parkı yok etmek istiyorlar.”

“Ne kadar kötü! Bizim orada tek bir ağaç bile yok. Ne kadar isterdim bizim de ağaçlarımızın olmasını. Onların gölgesinde oturabilmeyi. Gerçi bizim orası, burası gibi sıcak değil. Buzlarla kaplı. Her ne kadar sıcak havaya özeniyorsam da biz buzlarda yaşamalıyız. Biliyor musun, bizim vücudumuz -40 ile +80 dereceye dayanıklıdır. Havanın ısınmasıyla birlikte, bizim yaşadığımız buzlar erimeye başladı. Böyle devam ederse yaşamımız tehlikeye girecek. Gerçi sizlerin de öyle. Güneş çok kızgın olacak. Yağmur yağmayacak. Yağmadığı için toprak besin vermeyecek. Hayvanlar yiyecek ot bulmayacak. Sebze meyve yetişmeyecek. Hatta su kaynakları bile kuruyacak.”

Çapulletta,“Sen de felaket kumkuması gibisin dostum. Bunların olmaması için ağaçlarımızı kurtarmalıyız. Her şeyin bir önceliği var değil mi? Hatta burada ağaçları kurtarmak istediğimizi herkesin duyması için sizleri o kutudan, yani televizyondan kurtarmak gerekiyor. Bunun için de sizi o kutulara hapsedenlerden, sizi serbest bırakmalarını istememiz gerekiyor. Sizi o kutularda tutamazlarsa ağaçlarımızı, ağaçları kurtarmak için yaptıklarımızı göstermek zorunda kalacaklar” dedi.

Peş peşe konuştuğu için soluk soluğa kalmıştı Çapulletta. Pen arkadaşına hayranlıkla baktı. Ne kadar akıllı ve heyecan doluydu. İçi ona karşı güvenle doldu. Tam bu sırada yanlarında bir kedi beliriverdi. Bakışları pasparlaktı. Çapulletta’ya şöyle birkaç kere sürtündükten sonra yanlarına uzanıverdi. Pen önce ne yapacağını bilemedi. Ne de olsa kendisi balık ile kuş arası canlılardandı. Acaba endişelenmesi gerekiyor muydu?

Çapulletta, Pen’in endişesini anlamış gibi konuşmaya başladı:

“Rahat ol dostum. Trafo tıpkı bizim gibidir. Bizim taraftadır.”

Pen’in içi rahatladı. Kediye dönerek konuşmaya başladı:

“Memnun oldum Trafo. Benim adım Pen!”

Çapulletta’dan öğrendiği biçimiyle Trafo’ya sorusunu yönetti:

“Acaba seni hangi rüzgar attı bu parka?”

Trafo, Pen’i biraz tepeden bakarak süzdü. Sonra patilerini yalayarak temizlemeye başladı. Belli ki kendisini ağırdan satmaya karar vermişti. Pen ise gözlerini fal taşı gibi açarak Trafo’yu izlemeye koyulmuştu.

“Vereceğim cevabı anlayabilecek misin bilemem. Doğam gereği mütevazi olamam çünkü.”

Çapulletta söze girerek Pen’i korumaya çalıştı:

“Hadi ama Trafo. Pen bizim arkadaşımız. Televizyon onları sürekli gösteriyorsa onların suçu değil ki bu. O da ailesini, arkadaşlarını bu durumdan kurtarmak için gelmiş taa buralara. Biz de ona yardım edeceğiz. Yarın televizyona gideceğiz ve onların sürekli gösterilmelerine mani olacağız. Hem onları kurtaracağız hem de ağaçlarımızı. Ağaçlarımızı öldürmek istediklerini herkese anlatacağız.”

Trafo ellerini uzun uzun yaladıktan ve tüylerini pırıl pırıl yaptıktan sonra uzun kirpikli yemyeşil gözlerini Pen’e çevirdi.

“Çapulletta senin arkadaşımız olduğunu söylüyorsa doğrudur. Madem öyle, ben de kendi hikayemi anlatayım sana. Ben çok önemli görevleri olan birisinin kedisiydim. Yediğim önümde yemediğim arkamdaydı. El bebek gül bebek şımartılırdım. Sürekli kucaklarda dolaşırdım. En değerli halıların üstünde yürüsem patilerim kirlendi diye üzülürdüm. İşte böyle bir evde yaşıyordum.”

Pen giderek meraklanıyordu. Madem bu kadar zengin ve lüks bir evde yaşıyor ve bu kadar seviliyordu, o halde neden evi terk edip parklarda yaşamaya başlamıştı. Üstelik ne kadar yalansa da çok temiz görünmüyordu. Hem de patilerindeki tırnaklarının bir iki tanesi de kırıktı.

“Peki ne oldu? Yoksa seni sokağa mı attılar?”

Trafo bir an inanmaz gözlerle ve biraz da küçümseyerek Pen’e baktı.

“Bunu nasıl söyleyebilirsin? Hiç sokağa atılacakmış gibi görünüyor muyum? Ben ki bu kadar akıllı, güzel ve çeviğim. Kim beni gözden çıkarabilir?”

Çapulletta, Trafo’nun başını okşayarak konuşmaya daldı:

“Kusura bakma Trafo, ama senin kadar güzel, gururlu, çevik ve akıllı nice kediler ve köpekler atılıyor sokaklara. Hiç acımadan. Ama doğru, sen sokağa atılmadın. Kendi isteğinle sokak kedisi oldun. Onun için öykünü tamamla da Pen öğrensin!”

Trafo yine bir iki yalandıktan sonra öyküsünü anlatmaya devam etti:

“Bir gün ev yine birbirinden önemli konuklarla dolup taşıyordu. Fakat yemekten sonra evin çalışma odasına birkaç kişi girerek kapıyı kapatmak istediler. Bizler kapalı kapılara sinir oluruz. O kapının açılması için elimizden geleni yaparız. Ayrıca çok da meraklıyızdır. Ama merak etme ‘merak kediyi öldürür’ lafının gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü kediler aynı zamanda akıllı canlılardır. Öyle aptalca şeyler de yapmazlar.”

Çapulletta’nın kendisine yönelttiği “ne kadar çok uzattın lafı ayrıca çok da böbürlendin” bakışını anladığından aceleyle sözüne devam etti.

“Evet o gün kapı tam kapanacakken ön sağ patimi aralık kapıya dayadım. Böylece kapının kapanmasını önlemiş oldum. Bir gölge gibi süzülüverdim çalışma odasına. İsteseydim sahibimin kucağına atlayıp bir güzel kurulabilirdim ama istemedim. O gün anlamadığım birçok konu konuşuldu. Tam sıkıldığım için odayı terk ediyordum ki aniden ilgimi çeken bir şey söylediler. Konunun başını can sıkıntısından uyukladığım için kaçırmışım. Fakat anladığım bana yetti. Çünkü yanlış ve zararlı bir eylemi gerçekleştirmek için biz kedileri alet edip kullanacaklarını söylüyorlardı. Tam olarak cümle şöyleydi:

“Kedilerin trafoya girdiklerini söyleyerek her tarafı karartırız. Biz de istediğimizi yaparız!”

Anlattığı öykünün heyecanına kendisini kaptırdığı için Trafo’nun nefesi kesilmişti. Kısa süre içinde hem soluğunu düzenledi hem de esnemeye başladı.

Pen aklından “nefes almak için mi esniyor kediler acaba?” diye geçirdiyse de sesini çıkarmadı. Trafo ise peş peşe birkaç kere esnedikten ve kırık tırnaklarına acıyarak baktıktan sonra tekrar konuşmaya devam etti.

“Sosyetik kedi olabilirdim ama vicdanım körelmemişti. Hem doğru olmayan bir şey yapılacaktı, hem de bizi sorumlu göstereceklerdi. İşte bu kabul edebileceğim bir şey değil. Sonuçta bir canlı olarak, bütün canlıların birleşip dayanışması gerektiğine inanırım. Hepimiz birbirimize bağlıyız. Bunun için evden kaçtım ve bu parka sığındım. Bu parktaki insanlar hem birbirlerinin, hem ağaçların, hem de hayvanların haklarını koruyorlar. Madem o gün duyduklarımdan dolayı yaşantımı değiştirmiştim, adımı da Trafo olarak değiştirdim.”

Her biri parkta bulunma nedenlerini birbiriyle paylaşmıştı. Pen, Trafo ve Çapulletta sıcağın ve kimilerinin çaldığı güzel müziğin etkisiyle ağacın gölgesini kucak bellediler ve biraz kestirmek için gözlerini kapadılar. Fakat tam uykuya dalacaklardı ki badana fırçasına benzer kocaman bir dilin onları yalamasıyla birlikte yerlerinden fırlayıverdiler. Karşılarında kocaman kafasıyla bir kurt köpeği duruyordu.

Çapulletta’nın gözü bir yerden ısırıyordu bu kocaman köpeği. Yoksa Karabaş mıydı? Hayır, ona çok benziyordu, ama o değildi. Dolma, Sıska, Utangaç, Şaşkın, Keskin diş, Joker ve tanıdığı diğer köpeklerin hiç biri de değildi. Onları karanlıkta bile tanırdı.

“Selam dostum. Seni tanıyor muyum acaba?”

“Şimdiye kadar tanıştığımızı sanmıyorum ama şimdi tanışmayacak olmamızı gerektirmez bu gerçek.”

Özenle kurduğu cümlede hiçbir kibir yoktu. Tam tersine karşısındakinin kendisini anlamasını istiyordu.

“Benim adım Loukanikos.”

Çapulletta eliyle alnına vurarak konuşmaya başladı:

“Tabii ya sen o yürekli ve cesur Yunanistanlısın. Senin fotoğraflarını her yerde gördüm. Hak arayan insanları korumak için onların önünde yürüyorsun haksızlıklara karşı. Biz buralarda seni çok severiz. Hepimiz de tanırız. Burada da Kılkuyruk senin yaptığını yapmak istedi ama çok zayıf ve çelimsiz olduğu için yediği bir tekmeyle pes etmek zorunda kaldı. Zorba insanlar attıkları tek bir tekmeyle onu neredeyse öldürecekti. Onu hastaneye zor yetiştirdik. Parkı korumak isteyen bizlere gözlerimizi yaşartan bir gaz sıkıyorlar. Kılkuyruk bu gazdan çok etkileniyor. Gaz sıktıklarında hemen ona da bir maske takmak zorunda kalıyoruz.”

Loukanikos görmüş geçirmiş bir ifadeyle başını salladı.

“Bilmez miyim? En yakın arkadaşım yediği gazın etkisiyle şiddetli bir astım krizi geçirdi. Neredeyse kaybediyordum onu.”

Pen duyduklarına üzülmüştü, Trafo ise gözünü Loukanikos’tan ayırmıyordu. Hala onunla arkadaş olup olamayacağı konusunda karar vermemişti. Ne de olsa kendisi bir kedi, Loukanikos ise bir köpekti. Ama sonuçta bu parkta tanışmışlardı ve bu parkta olmayacak şeyler oluyordu! Olmayacak insanlar, hayvanlar karşılaşıyor, üstüne üstlük arkadaş bile oluyorlardı.

Diğerleri de Loukanikos ile tanıştıktan sonra bir süre suskun oturdular. Hemen yanlarında söylenen güzel şarkıyı dinlemeye koyuldular. İçlerinde umut dolu bir heyecan taşıyorlardı.

Ağaçların kesilmesine izin vermemek için parkı bir çocuk gibi koruyan ve onu terk etmeyen Çapulletta ve arkadaşları ertesi gün bir plan yaptılar. Penguenleri televizyona hapseden kurumun önünde toplanacaklar, Pen’in yakınlarını ve arkadaşlarını özgürlüğe kavuşturacaklar ve ağaçların kesilmemesi için mücadele edeceklerdi.

Pen hala parkta…

Sonuçta Çapulletta ve arkadaşları, Pen’in ailesi, arkadaşları ve tanıdıklarını o kutudan, yani televizyondan kurtarmayı başardılar. Ama Pen ağaçlar kurtuluncaya kadar Çapulletta ve arkadaşlarıyla kalmaya karar verdi. En zor günlerinde hep yanı başlarında bulundu.

Ağaçları yok etmek isteyenler, onları korumak isteyenlere bin bir zorluk çıkardılar. Onlara kötü davrandılar. Ama ağaçları ve dolayısıyla şehirlerini korumaya kararlı olanlar inatla bunu yapmaya devam ederken bir yandan da eğlenmeyi ihmal etmediler.

Komik ve zekice yazılar yazdılar, resimler çizdiler, fotoğraf ve filmler çektiler. Pen bu süre zarfında onları hiç yalnız bırakmadı. Kimi zaman Çapulletta ve arkadaşlarına moral vermek için sabahlara kadar piyano çalan piyanistin koruyuculuğunu yaptı, kimi zaman arkadaşlarına destek olmak için hiç konuşmadan saatlerce ayakta duran kişinin arkasında kendisi de aynı şekilde durdu. Yanı başında da daima tecrübeli Loukanikos vardı.

Evine gidinceye kadar, en iyi arkadaşları parktaki tüm insanlar oldu. Ama tabii ki en en samimi arkadaşları sevgili Çapulletta, Trafo ve Loukanikos idi. Antarktika’ya dönmeden önce guruba yeni biri daha katıldı. Hiç konuşmadığı için ismini asla öğrenemedikleri mavi bir kuş! Ağaçları koruyanlar birbirleriyle haberleşmek istediklerinde mavi kuş onlara yardım etti. Tıpkı eski zamanlarda ayaklarında mektup taşıyan posta kuşları gibi.

Sonuçta Pen, ailesinin ve arkadaşlarının yanına, Çapulletta ve arkadaşları okullarına veya işlerine, Loukanikos da kendi ülkesine döndü. Trafo parkta kaldı. Mavi kuş ise bir süre sonra görünmedi. Ama eminim yakında bir yerlerden çıkar. Ağaçları soracak olursanız şimdilik güvendeler. Gökyüzüne dallarını ve yapraklarını uzatmış halde birbirleriyle arkadaşlık edip saatlerce sohbet ediyorlar. Ama biz onlardan dikkatimizi yine de eksik etmeyelim, ne de olsa her an her şeye hazırlıklı olmalıyız!