Özgür Poyrazoğlu… O bir kız babası, blogger, üstelik de boşanmış. Bütün bunların bir arada nasıl olabildiğini sorduk; o da eğlencesini zorluğuna katıp anlattı…
Çocuk olduğunda evliliğiniz nasıl gidiyordu? Oldu, ne değişti?
Çok somut bir şey değişmedi hemen. Paylaşım, birbirine ilgi alaka değişiyor tabii. İkimizin de ilgisi alakası otomatik olarak çocuğa yöneldi. Çevremizdekilerin de aynı şekilde. Belki şu bir hata olarak görülebilir mi bilmiyorum… Kaç yıl sonrasında dönüp bakıldığında… Anne de baba da çok çocuğa yönelik, çok korumacı ve çok üstüne düşen bir tavra bürünüyorsa… Taraflardan biri, anne diyelim, denge değişmeye başlıyor. Çünkü şunu hatırlıyorum: Evet, hakikaten bu bir anı olarak çok uzun aylar sonra bir akşam birine bırakalım kızımızı ve dışarı çıkalım dediğimizde… Dışarı çıktık, eğlendik, sabaha karşı eve döndük. Sabah da gidip alacağız. Ama anne hadi gidip alalım demeye başladı. Kahvaltı edelim. Hayır, gidip alalım. Sabah 7’de almaya gittik. Bir ayrılamama durumu söz konusuydu. Çok alıştıktan sonra ayrılamama… Orada şunu hatırlıyorum, kendi mutsuzluğumu. Çünkü sabahlamışız, içmişiz, sızmışız. Sabahleyin biraz kendimize vakit ayıralım. Çift olarak birbirimize, birkaç saat daha… Olmamıştı. O dikkat çekici bir parantezdi. Onun dışında bebeklik döneminde kimseye hiçbir zaman bırakmadık. Hiçbir zaman. Hâlâ öyle. Çok sıkıntı yaşamadık ama sıkıntı yaşanabilir de bir mevzu. Hiç anneannede, babaannede kalamama gibi bir problem ortaya çıkartabilir bu. Ama ben daha alışık olmasını isterdim. Yaz tatilinde babaannesinde bir hafta, on gün kalsın. Bunu rahatlıkla yapabiliyor olalım. Şu anda da yapabilmiş değilim. En fazla bir gece kalabiliyor. Bu seneki hedeflerimden biri bu gün sayısını artırmak. Kendi geleceği ve alışkanlıkları için. Bakıyorum benzerlerimize, doğar doğmaz, en başından 2-3 gün başkalarına satıp kendilerine vakit ayıran çiftler var ve bu hoşuma gidiyor. Ama bu kişisel olarak da bir farklılık ve tarz aslında. Dolayısıyla kınanacak bir şey değil. Ama bunlar bile ilişkiyi ufak ufak zedeleyebiliyor.
Bir buçuk yıl oldu. Kızımızın zamanını ikiye bölmüş durumdayız. Üç gün bende üç gün annede kalıyor. Kaya kaya alıyor günler. Sabit günlerimiz yok. Çok yakın oturuyoruz. Biz ayrıldık, ben yan apartmana taşındım aynı site içinde. Pencereler bile birbirini görüyor. En kolay böyle olur deyip giriştik. Anaokuluna gidiyordu, halen anaokuluna gidiyor, beş yaşında. Bu aralar bazı komplikasyonlar yaşamaya başladık. Dolayısıyla yeni çözümler arıyoruz…
Anne-baba olmaktan karı-koca ya da sevgili olmayı unutmak?
Böyle denemez. Ama birbirimize özen göstermeyi unutup çocuğa özen göstermek miydi sebep tartışılır. Bir de şunu fark etmek: Aşk bitiyor. Sular çekildikten sonra geriye kalan katlanılmaya ve tercih edilmeye yeter mi? Onu kabul etmek lazım mı? Bizim eşimle oturup tartıştığımız konu buydu. Çok eski arkadaşlarız, 20 yıllık arkadaşlarımız. Sonra çok hızlı bir flört ve hadi evlenelim deyip çok hızlı bir evlenme. Birkaç sene sonra da çocuk… İş bittikten sonra oturup bunları konuştuk. Zaten çok yakın oturuyoruz. Ayrılık sürecinde de aşk bitti, birbirimizi çok seviyoruz, peki bu şekilde bir evlilik devam ettirilir mi? Ettirilir. Zaten annelerimizden babalarımızdan, çevremizdeki birçok insandan gördüğümüz bu. Ama mutsuzlar ve dışarda flört diye, aşk diye başka konular da var. Aile olmanın, anne-baba olmanın, çocuklu olmanın dışında. Bunların hepsi mutluluklar ama bunların dışında da mutluluklar var. Eşim şunu demişti: Biz bu tür mutluluğa fit olacak tipler değiliz, neden fit olalım? Bunun sonucunda ayrılık süreci hızlandı. Biz tabii çok uç bir örneğiz o anlamda. Çok hasarsız, kavgasız, gürültüsüz ayrıldık. Tabii ki gene bir takım gerginlikler, pasif-agresyon vakaları, sessizlikler vs. vardı. Onun da çocuğa yansıdığını gözlemlediğimiz için süreç bir anda hızlandı. Mutsuzluğumuz ortama yayılır olmaya başladığında da hızla sonuca gidelim dedik. Bir gün camdan dışarıya bakarken yan apartmandaki kiralık daireyi gördüm, gittim, tuttum… Hızlandı sonrasında.
Bu kararınızı deklare ettiğinizde çocuk, aile gibi meseleler ne şekilde gündeme geldi? Aileler ne dediler?
Anneanne, babaanne tepkisi çok klasikti: Çocuk var, çocuk olmasaydı tamam ama var, bir daha düşünün. Hâlâ sindirebilmiş değiller, bir yandan kızgınlar. İkimize birden bir beceriksizlik atfediyorlar. Geçen hafta oldu babamla aramda böyle bir konuşma: Beceremediğiniz için kızgınım ikinize de, dedi. Birimize değil, ikimize birden. Çünkü çocuk var, o bir tabu gibi hâlâ. Belki şu denilebilir. Bizim yaptığımız şekilde nasıl bir sonuç vereceğini bilmiyoruz. Örneğini gördüğümüz bir vaka değil. Bu kadar yakın oturan ama ayrı anne-baba durumu çok yaygın değil. Çünkü bu aralar kafasının karıştığını da hissediyoruz. İki ayrı evi var ama bir yandan hiç evi yok. Psikologların ve pedagogların verdiği feedback de bu yönde. Aidiyet duygusu zedeleniyor çünkü hangi ev onun gerçek evi bilmiyor diyorlar. Biz de şu anda onunla mücadele ediyoruz?
Bunun nasıl komplikasyonları var?
İleriye dönük olarak aidiyet duygusunun gelişmemesi ihtimali… Bunu biraz daha okumak lazım, daha ben de tam olarak bilmiyorum. Bu biraz dış etkenlerle de ilgili. Daha önce konuşurken cümle içinde “annemle benim evim”, “babamla benim evim” şeklinde konumlandırıyordu. Zor cümleler kuruyordu ama böyle oturtmuştu kafasında. Ama çevre hep “annenin evi, babanın evi” diyordu ve şimdi dikkat ediyorum o da “annemin evi, babamın evi” diye kullanmaya başladı. Bir psikolog bunun satır aralarını okuduğunda hemen aidiyet duygusunun oluşmadığı şeklinde bir yoruma gidiyor. Son birkaç ayın gündemi bu. Biz de buna kafa yoruyoruz şu anda. Gene yaşı ilerledikçe daha stabil bir hayata ihtiyacı var. Çocuğun sabit yeri daha belli olmalı gibi bir tavsiye var. Bunun için de arkadaşımız olan psikologlar bizi suçluyorlar: Siz kendi bencilliğinizden, kendi rahatınızı korumak adına daha doğru olabilecek bir sisteme geçmiyorsunuz diyorlar.
Doğru olan?
Mesela beş gün anneyle, evi orası, hafta sonu babada. Ama evi o taraf. Asıl yeri yurdunun sabit ve stabil bir şekil… Biraz da bana kalırsa muhafazakâr bir anlayış var… Ama şunu da bilmiyoruz: Bunların sonucunda yetişmiş çocuklar olmadığı için sistemde, bu kuşak çocuklar yetiştiği zaman göreceğiz…
Ama bugüne kadar bu şekilde büyümüş çocukların daha sağlıklı olduklarını iddia edebileceğimiz bir ölçüt de yok elimizde…
Tabii, orası öyle. Bir arkadaşım şunu tavsiye etti ki kafama da yattı… Haftayı 3/3 bölmek yerine, pazartesi-salı birinizde, salı-çarşamba birinizde, ondan sonra bir hafta sonu birinizde, bir hafta sonu birinizde. Böylece dört gün bir evde her daim statik ve stabil olur. Dün akşam da annesiyle oturup bunu konuştuk. Şu da var, hangimizde olursa olsun uyuduktan sonra buluşup ne yapalım ne edelim diye konuşuyoruz. Onun dünyadan haberi yok ama biz arkasından oturup konuşuyoruz. Bir şeyi yaptığında diğerine mesaj atıyoruz, haberleşiyoruz. İlk günlerde tek başına oluşumuzu kullanma eğilimindeydi. Şeker alalım, aldık, yemekten sonra yiyeceksin. Ama annemin evinde biz annemle birlikteyken yemekten önce de yiyoruz. Ya hu bırak… Hadi elimizi yıkayalım, annemle yıkamıyoruz… Bırak bu tür numaraları çok denemişliği var. Daha birinci hafta, üçüncü gün, ilk çatışmada “ben annemin evine gidiyorum” demişti. Çok şaşırdım. “Annen evde yok” dedim, tısss. Elbette bir deniyor, kaç yaşında olursa olsun. Şuna çok özen gösterdik. İkinci ev, öncekiyle neredeyse birebir, bütün konforuyla, eğlencesiyle vs. Hatta biraz daha eğlenceli, yeni sonuçta… Yeni bir oda, oyuncakları, kıyafetleri eşit böldük. Yeni evdeki ranza. Tırmanıp atlayabildiği için cazipti. Benim evim bahçe katı, bahçesi olduğu için ona daha cazip geldi. O süreç bu sayede daha rahat atlatıldı.
Peki boşanmayı ona nasıl anlattınız?
Annelerle, babalarla konuşulduktan ve her şey hazırlandıktan sonra onunla karşılıklı oturuldu. Dedik ki, “Birbirimizi seviyoruz, seni de çok seviyoruz, seninle hiç alakası yok bunun, ama birlikte yaşarken sıkılıyoruz, mutlu değiliz, o yüzden ayrı evlerde yaşayacağız. Bir daha aynı evlerde oturmayacağız, aynı yatakta yatmayacağız.” O günlerde okulda sıkılmak ve mutsuzluk gibi konuları işliyorlardı. O yüzden bu şekilde açıklama yaptık. O da onu bir şekilde anladı. Tam anlamadı. “Ben babamın gitmesini istemiyorum” diye ağlamaya başladı. Benim gideceğimi konuşmamıştık o esnada. Ama o gerginlik sürecinde benim bir iki gitme, gelme denemelerimle böyle bir hissiyat oluşmuş. “Çok yakın otursak olur mu? Yan apartmana gitsek…” “O zaman olur” dedi. Hemen yandaki eve gittik, her şey zaten hazırdı. Onun yeni oyun alanı haline geldi ev otomatikman. Benim oraya geçişim biraz aksadı ufak bir sağlık probleminden dolayı. O zaman kafası karıştı yine hafifçe. Evi, oyun yeri olarak konumladı. Çünkü okuldan geldikten sonra gidip biraz tamirat vs yapıyorduk birlikte. Sonra geri dönüyorduk. Onu fark edince, o süreci de hızlandırdım ve paldır küldür geçtim. Üç gün, üç gün önce çok geldi ona da bize de… İki gün, iki gün yaptık. Bir müddet ayrıldığımızı idrak etmedi.
O kadar yakın olmak da geciktirmiş olabilir mi bu süreci?
Evlerin birbirini gördüğünü vs. yeni fark etti. Dolayısıyla o, o kadar da etkili olmadı. Çok sık görüşüyorduk onu biraz kestik. Yavaş yavaş oturdu. Bu akşam nereye gideceğini bilmiyor, bu da kafasını karıştırıyor diye bir feedback geldi okuldan. Bunun üzerine de biraz çalıştık. Sabah servise bırakırken “bu akşam annenlesin” ya da “bu akşam benimlesin” gibi… Yaşı da büyüdükçe alıştı. Teknik bazı çözümler de bulduk. Evin kapısında çok büyük bir takvim var, her ay başı birlikte hazırlıyoruz. Anneli günler pembe, babalı günler mavi. Kedinin aşı günleri. Temizlik günlerine süpürge gibi. O takvim meselesini biraz daha somut ve görsel hale getiriyoruz. Evden çıkarken nerede olacağını görüyor.
Sık sık psikologların feedback’lerine gönderme yapıyorsunuz. Oradan da anne-babanın boşanması ve çocuk üzerindeki etkilerine dair bir baskı gelmiyor mu?
Psikolog ve pedagoglardan gelmiyor aslında. O kadar çok vaka var ki pek çok şey yerleşik hale gelmiş artık. Neredeyse otomatik cevaplar alıyorsunuz. Bütün bunlarn en başında bir yere gittik mesela. Orada tak tak tak netliğinde cevaplar aldık. Okullarda özellikle çocuğun yaşadığı her türlü arızayı ayrılmış olmamıza bağladıklarını ve bundan rahatsız olduğumu çok iyi biliyorum. Zeynep’in gittiği okul çok farklı olmasına rağmen gene de böyle yorumlar gelebiliyor. “Okulda şöyle şöyle davranıyor, çünkü siz ayrısınız.” Biz de şunu söyledik: “Ama evde böyle davranmıyor. Ne bende, ne annesinde bu davranışları sergilemiyor. Burada niye böyle davranıyor? O da senin problemin…” O kadar sık olmaya başladı ki kıllanmaya başladık. Bunun için de birileriyle konuştuk. Oradan da başka bir şey duyduk. Bunun sebebi bu değil, başka bir şeye kızmış olabilir. O zaman başka türlü bakmaya başladık. Ama öğretmenlerin yorumu “sizin ayrılmanızla ilgili öfke nöbetleri” şeklindeydi. Ama böyle olduğunu düşünmedik. Ama profesyonel olarak bu işi yapan merkezler bu konuda çok net. Biz gittiğimizde ayrılmayı düşündüğümüzü, hangimizin evde kalması gerektiğini vs sorduk. Ona son derece matematiksel çözümler ürettiler. Beş yaştan önce çocuk mutlaka anneyle yaşıyor olmalı. Siz zaten ayrılıyorsunuz, sistem değişmemeli. İlerde stabil bir ev olacaksa, annenin evi olmalı. İkiniz birden taşınmayın ayrı yerlere. Biriniz mevcut yerde kalın, tercihen bu anne olsun. Annesinin tercihi aslında başka bir yere gitmekken o evde kaldı, ben gittim. Bir yer sabit olmalı deniyordu çünkü. Bunları matematik olarak da destekleyen söylemler var. Ama hepsinin ortak noktası: Anne ve baba mutluysa, çocuk da mutlu, bunları o kadar da kafanıza takmayın.
Bir de ona da bununla baş edebileceği alanlar açmalı sanki, kendi baş etme yöntemleri de olmalı…
Aynen. Bir buçuk yıllık gözlemim şu: Daha zengin büyüyen bir çocuğa dönüşüyor. Bana çok yaradığını biliyorum. Daha çok vakit geçirme şansım var. Bundan dolayı çok minnettarım. Otomatik bir şey gelişiyor. Daha önce de ilgiliydim ama şimdi daha da ötesi var. Hatta bundan da ötesi var. İkimiz aynı evde yaşarken, ben yüzde 40, annesi yüzde 40 ilgileniyordu. Yüzde 20 havada kalıyor. Tek başına yaşadığınızda böyle bir boşluk yok. Her iki evde de yüzde yüz ilgi görüyor. Bu zorlayıcı da bir şey. Eve geldiği ilk günden itibaren her şeyi birlikte yapıyorsun. Bu yüzde yüz çok net bir ilgi. Evde üçüncü bir kişi yok. Bununla ilgili riskler de yok değil. Özellikle babayla birlikteyken kendini evin kadını haline getirir diyor pedagoglar. Bir arkadaşım birlikte uyumayın diyor mesela, çünkü otomatik olarak kendini anneye rakip olarak konumlandıracak. Öyle bir şey olmadı. Çok hızlı kabul etti. Üç gün de anneyle birlikte. O da iyi bir denge sağladı. Ama yüzde yüz ilgi ve birliktelik oluyor. Bu daha önce yaşamadığım bir yüzde yüz hal. Ne kadar ilgili ve meraklı bir baba da olsam, özeleştiri olarak şunu söyleyebilirim: Ayrı yaşamaya başladıktan sonra kestim ilk kez tırnaklarını. Elbette daha önce de yıkamıştım, hatta daha çok ben yıkıyordum. Ama tırnak meselesi çok net.
İki tarafın yeni ilişkileri var mı bilmiyorum ama varsa bu nasıl anlatıldı?
Anlatılmadı. Daha değil. İlişkiler var ama şu anda onu tartışıyoruz. Söyleyelim mi söylemeyelim mi? Bir yandan arkadaşlarımızdan ve okuldan aldığımız görüşler. Bir yandan bunu ayrıştıralım mı diyoruz çünkü ayrı olup olmadığımız konusunda hâlâ bir takım soru işaretleri var… Acaba başkalarıyla birlikte olduğumuzu söyleyerek bunu pekiştirelim mi? Ama henüz cevaplar çok net değil. Çünkü çok ters de tepebilir. Kızdırabilir de onu. Yaş daha beş. Kaynaklar genelde 6-7 civarında daha soyut düşünmeyi öğrendiğinde anlayabileceğini söylüyorlar. O zaman bir sene daha bekleyelim diyoruz. Ama belli de olmaz. Çünkü ben yeni yeni arkadaşımmış gibi tanıştırıyorum. Birlikte vakit geçirdiğimiz durumlar oluyor. Hissediyor, çünkü algısı çok açık, çok duyarlı. Ama uzmanlar, kalıcı biri olduğuna emin olduğunuzda tanıştırın diyorlar.
Hayatınızın ne kadar merkezinde olduğunu düşünüyorsunuz kızınızın? Üç gün onunla birliktesiniz ama diğer üç gün başka bir hayat yaşıyorsunuz? Bunu ne kadar sürdürülebilir görüyorsunuz?
Çok merkezinde. Üç tam günün sonunda dördüncü gün şu oluyor: Yatayım dinleneyim. Beşinci gün, çıkayım uçayım kaçayım. Altıncı gün işimi gücümü yapayım, kendimi tazeleyim. Yedinci gün yeniden başlıyor. Son zamanlarda kendini daha çok oyalayabiliyor, daha rahat. Evet ebeveyn olduğunuzda hayatınızın merkezinde. Denge bir şekilde sağlanıyor, her anı onunla geçirmiyorsunuz kafada da. Ama hayatınıza giren insanların sadece çocuğu değil, annesini de kabul etmek zorunda olduklarını hissettikleri an çok ağır olabiliyor. Çünkü o böyle bir paket. O çocuğun bir de diğer ebeveyni var. Ondan kaçınılmaz aslında. Yeni olan bu. Diğerine çok hazırlıklılar. Mesela Madonna konserine gittik. Eskiden alınmış bir biletti. Anne-baba-çocuk olarak gittik. Madonna onun için önemliydi. Gelişi ondan saklandı, konser sürpriz oldu. Hepimiz seviyoruz. Üç kişilik bir aile olarak gittik. Onun için bir aileyiz biz, anne ve babasıyız. Belki benim ailem değil artık, ama onun ailesi bu. Çekirdek aile kavramı değişmeye devam ediyor, anne-çocuk, baba-çocuk denklemine kadar çekildi. Pek çok üçüncü kişi için bu kabul edilmesi çok zor bir şey. Konser hikâyesini yazdığımda biri şunu söylemiş: Madem konsere gidecek kadar iyi anlaşıyordunuz, niye boşandınız? Böyle düşünüyor insanlar… Tatile de gittik beraber, aynı yerde kalmadık. Orada bile iki gün onda, iki gün bende kaldı. Gündüzleri de beraber vakit geçirdik. Merkeze alma konusunda şunu da biliyorum. Bir haksızlık olarak değil ama bir durum olarak… İlk yüzmesi esnasında orada değildim ve göremedim. Videosu çekildi ve bana gönderildi Allah’tan. Ama ilk kez kolluksuz yüzdüğünde ben orada değildim. Ama benimleyken yaşanan bazı şeylere de anne tanık olamıyor.
Bunlar biraz fetişize etmek değil mi?
Anne baba olmayınca biraz öyle görünüyor olabilir. Öyle ama o da muhtemelen kodlarımızda var. Ebeveynlik mevzuuyla ilgili kodlar, bir kısmı da öğrenilmiş şeyler… Ama anne-baba olunca kafa değişiyor. Anne olunca anlarsın, inşallah senin çocukların da sana böyle yaparlar mevzuuna geliyor.
Blogu neden yazmaya başladınız?
Blogu yazmaya başladığım gün, eşimin hamile olduğunu öğrendiğim gün. İçindeki duygunun bir patlama hali. Daha önce de yazıyordum blog. Blogun blog olduğunu bilmezken de 1998’de başlamıştım. Konuşmaktan daha iyiyim yazmada. Alışık olduğum ifade şekli yazmakmış. O gün de öyle oldu. İlk gece oturup bir mektup yazdım eşime o uyuyakaldıktan sonra. Sonra Baba Olmak diye bir blog açayım dedim. O mektubu yayınlayarak başladım. Log tutuyordum, sonra yavaş yavaş kızım için de blog tutmaya, günlük yazmaya, paylaşmaya dönüştü. O da yapmaktan hoşlandığım bir şey. Paylaşım beraberinde güzel feedback’ler getirince çok gaza getiren bir şey. Yeni insanlar tanımaya başladım. Blogdan tanıştığım bir sürü yakın arkadaşım var şu anda. Bir kısmıyla iş de yaptım. Çok denk geldi. Ama bir şekilde o elektriği alıyorsun. İlk tanıdığımız insan şöyle geldi, “Bizim de sizden üç gün sonra çocuğumuz oldu, hiç arkadaşı yok, tanışalım mı?” Gördüğümüz adam, aynı çanta, aynı puset, aynı sırt çantası ve fotoğraf makinesi, dövmeleri falan var, metalciyim diyor… Ben de öyle. O zamandan beri görüşüyoruz. Pek çok arkadaşımız oldu o dönem. Devam ediyor. Öte yandan günümüz yoğun kent yaşamında anneanneler, teyzeler, arkadaşlar da oradan haber alır oldular. Bu kadar anne bloğu varken, baba bloğu yok deniyordu. Var işte, yapılabilir bir şeye dönüştü. Bir şekilde ödüllendiriliyorsunuz. Bir hastalık hakkında bir şey yazmıştım. Bir gece çocuk aynı durumdayken blogu okumuş, teşekkür etmiş, aynı şeymiş meğer, “içimiz rahatladı, gecenin üçünde doktor aramak zorunda kalmadık” demiş. Bu yetiyor. Bloga harcadığım emeğin karşılığı oluyor. Bunun gibi çok e-mail aldım. İnsanlarla tanıştım. Her ne kadar performansım biraz daha geriye gitse de, bu çok besleyen bir şey.
Kendi blogunuzu okuduğunuzda nasıl bir baba görüyorsunuz?
Bilmiyorum. Şuna çok kafa yordum: Tribüne mi oynuyorum? Çok başka birini görmüyorum ama belki daha gerçek beni görüyorum yazdıklarımda. Hele de son birkaç yılda dışardan görülmediğim kadar. Bir kampa gitmiştik tanıştığımız bir grupla. İlk kamp yaptığımız gün, organizasyonu yapan arkadaş, bana bakıp şunu dedi: “Ben böyle biri olduğunu bilmiyordum. Kafamdaki imajın çok daha hareketli, daha neşeli biriydi.” Sonra durup, “Şu an kafanda blog yazıyorsun değil mi?” diye sordu. Aslında doğruydu o. Ama diğer yandan boşanma sürecindeydik henüz. Evi tuttuğum günün ertesi günüydü. Ama evet, yazarken başka biri olabiliyor olabilirim, daha gerçek bir ben çıkıyor olabilir. Bir yandan amma tashih yapıyorum diyorum kendime. Birkaç arkadaşım adminlik yapıyorlar, yazdıktan sonra girip düzeltiyorlar blogu. Ayrıca gördükleri hataları e-maille gönderenler var.
Zeynep okuma yazma öğrenecek… O zaman ne olacak?
Yavaş yavaş öğreniyor. Bu çok ciddi bir soru ve sorunsal. Yabancı baba bloglarından kapananlar var. Mahremiyet diyor adam. O kadar demokrat olabileceğimi zannetmiyorum. Ama şunu yaparım, “kız olmak” diye bir blog açabilirim ve bu şekilde bir eşitlik sağlayabilirim.
Mesele sizinle ilgili aslında. Onunla olan ilişkinizi, bu kadar erken yaşta, bu kadar net öğrenmesi…
Belki de öğrenmez. O ayrı bir konu. Ama kendiliğimden biraz daha filtreli bir dil kullanmaya başladım. Pek çok şeyi saklıyorum. Hatta biraz fazla saklıyorum ve sonra da unutuyorum. Daha baba olmak tarafından yazıyorum. İsminden bahsetmeyi bıraktım birileri çok laf ettikleri için. Z diyorum, ama herkes bilir Z ya Zeynep’tir ya Zehra… Biraz da toplumdan gelen mahalle baskısıyla biraz daha filtreli. Son bir buçuk yılda ayrılık meselesiyle ilgili hiçbir şey yazmadım. Oysa buna çok ihtiyaç var. Bu aralar oraya da biraz girmeye başlayacağım. Hangi kaynaklar, hangi siteler vs tecrübe paylaşımına girersem insanların yararına olacağını biliyorum. Vakit bulursam oraya kaydırmak istiyorum. Ama onun ne hissedeceği meselesine o gün bakacağız. Ama o gün ona bir blog açıp “sen de beni yaz” diyeceğim. Ki ben o kadar onu yazmıyorum. Ya da belki orada birbirimizden özür dileyeceğiz, günah çıkaracağız… Bunu zamanı geldiğinde göreceğiz. Kapatır mıyım, bilmiyorum. Yazmamayı düşünebilirim. Ya da sadece baba olmak üzerine yazabilirim. Ama kendi fotoğraflarına bakmaktan hoşlandığını biliyorum. Dolayısıyla onunla ilgili yazılanları okumaktan da hoşlanacağını sanıyorum.
Fotoğraflar, bu sene baba-kız gidilen Madonna konserinden…
Özgür Poyrazoğlu’nun blogunu merak edenler buradan ulaşabilir.