Tan Morgül: GDO konusunda kandırılıyor muyuz? Öyleyse nasıl yapıyorlar bunu?

Defne Koryürek: Köpürtülecek kelimeler bol! Çok azımız derinlemesine okuyoruz zaten. Mesela bugün Milliyet gazetesinin internet sayfasındaki ne yazarı belli ne alıntısı belli olan bir blogda, Türkiye’de GDO’lu soyanın ekilip dikildiği iddia ediliyordu. Türkiye’de GDO’lu tohumun ekilip dikilmesi yasak. Böyle bir şey varsa bir blogda değil, gazetede manşetten haber olması lazım. İhbar sayılması lazım. Ama biri şuursuzca bunu yazıyor, bir başkası Milliyet gibi bir gazetenin sitesinde yayınlanmasını onaylıyor, okuyanı da bunu like’lıyor, retweet ediyor, başka başka birilerine söylüyor. Arkasından da, haklı olarak, Bakan çıkıp, esip köpürüyor. Zira haklı, GDO ekip dikmek yasak. Haklı, çünkü böyle bir şey varsa kanıtlamak gerek. Zaten GDO’ya Hayır Platformu’nun en sıkı kadroları ÇiftçiSen ve ZMO, Türkiye’de GDO’lu tarım yapılıyor olsa, manşetten haber olması için birbiri ardınca beyanat vermezler mi? Böyle giderse iki gün sonra sahiden bir yerde GDO’lu tarım yapıldığını tespit etsek, yalancı çoban misali, kimseyi bulamayacağız yanımızda. Bakanlık da “bunlar zaten eskiden de hep böyle derlerdi” deyip, geçiştirebilecek konuyu.

Bugün kanıtlayamayacağımız konularda ortalığı velveleye vermenin değil, sahiden olanları deşmenin zamanı. Hayvanlara yedirdiğimiz yemler GDO’lu, bunlar ürün etiketlerinde neden yazmıyor? Bilmek istemiyor muyuz? Ya da Biyogüvenlik Kurulu’nun önünde duran 3 GDO’lu soya türüne gıda amaçlı izin talebi onaylanırsa ne olur? Hangi gıdalarda GDO olacak, o vakit? Asıl konu bunlar, bugün için.

İnsanlar GDO konusunda fikir sahibi olmasa da tepki sahibi bir taraftan da değil mi? Yani GDO’yu istemiyorlar.

Kanaatimce, gıdada bozulmaya dair esaslı bir tepki var. GDO da bunun parçası. Ama GDO’nun nesine, neresine tepkimiz? Orası çok net değil. Halkın dilinde bir “istemiyoruz” var, o kadar. Sıkıntı da orada bence. Zira bilsek, tam neye tepki verdiğimizi, biz bilenler de bilmeyenlere bunun bir bağımsızlık mücadelesi olduğunu bir anlatabilsek çok daha yüksek çıkartabiliriz sesimizi ve kanaatimce GDO’nun bu ülkeye girişini dahi durdurabiliriz.

Fikir Sahibi Damaklar olarak GDO’ya bizim tepkimiz net, biz GDO’ların yönetilmesini değil, yasaklanmasını istiyoruz. Ama bu genetik teknolojisini reddetmemiz anlamına gelmiyor. İnsülin ilacımızı ya da alzheimerin doğasını kavramak için DNA’lara bakılmasını fevkalade heyecan verici ve değerli buluyoruz. Ama gıdamızda GDO olmasın. Ne tarlamızda ne de soframızda GDO olmasın. Sütünü içtiğimiz inek de GDO’lu yem yemesin, çocuğumuzun krakerinde de GDO olmasın ve hatta komşumuz Bulgaristan’ın ekinlerinin polenleri de bizim tarlalarımıza GDO bulaştırmasın. Biz gerekiyorsa az yiyelim, hatta yemeyiverelim; yeter ki yediğimizin sürdürülebilirliği olsun, yediğimiz şifa olsun, yediğimiz üretenine de tüketenine de kâr olsun.

Peki biz neden “retweet” ediyoruz GDO tepkimizi?

Biraz iktidara “hep beraber” muhalefet olmanın coşkusu ama daha çok saf bir endişeden dolayı. Bir kere doğaya sıkı müdahalesi var. Bunu hepimiz sağduyumuzla seziyoruz. Yani doğanın milyonlarca yılda geliştirdiği bir genetik, bizim 10 yılda geliştirdiğimiz diğer bir genle mutasyona girdiğinde ortaya ne çıkacağını bilmiyoruz. Daha basit söylersek; doğanın ürettiği bir soya tohumu ile biz kibirli insan yavrularının 10 yılda oynayıp bozarak ürettiğimiz bir soya tohumunun polenleri havada çarpıştığında ne olacak bilemiyoruz. Bu genetik bilimine karşı olmak değil. Tabii ki insanız ve alzhiemer, kanser, özürlü doğumlar vs. bizi korkutuyor. Ölümlüyüz. Merak ediyoruz, düzeltilebilir mi, diye. En genç halimizde bile, “huzurla ölmek istiyorum”, diyoruz. Hastalıklar korkutuyor. Biz gittikten sonra çocuğumuzun kendi kendine bakabilir olması çok değerli. Bunun olmadığı bir dünyada çocuk sahibi olmak hepimizi endişelendiriyor. Yaşlılığımızda bir başkasının bakımına muhtaç kalmak istemiyoruz. Bunlardan dolayı genetiğine bakıyor olmak, içini anlıyor olmak, onu analiz edebiliyor olmak, öngörebiliyor olmak, gerekiyorsa da tamir edebiliyor olmak istiyoruz, ama aynen bunlardan dolayı da insanoğlunun doğaya müdehalesinden endişe duyuyoruz: “Ya bozarsak!”

Burada kısa bir parantez açalım, GDO nedir tam olarak? Mesela domatesin genetiği nasıl değiştiriliyor ve ne hâle geliyor değiştikten sonra?

Biz doğaya her zaman müdahale ediyorduk zaten, Mendel kanunlarını okumuştuk ya okulda… Tarımda hep kullandık. Aşı yapıyoruz, daha iyisiyle melezliyoruz… Bu yaptığımız bir şey. Doğa da zaten melez seviyor, mono-kültürü hiç sevmiyor. Melezlemelerin sonucunda da ‘iyi bir şeyin çıktığı’ bir düzeni var, doğanın. Bir tarladan diğerine polenler uçuşurken de melezleme oluyor, biz bile isteye polenleri karıştırırken de. Binlerce yıldır insanın yaptığı ve gıdasını düzenlemek için kullandığı yöntem bu. İnsan doğayı taklit ediyor yani.

Bunun temeli tohum değil mi?

Tabii tabii. Ayrıca laboratuarda yaptığımız melezleme de var. Melezlemenin çiftçiler tarafından değil de laboratuarda bilim insanları tarafından yapılıp patentlenmiş hali var. Hibrit (melez) tohumlar, bunlar. Hibritlerin farkı, patentleri. Belli bir zaman dilimi boyunca bir şirkete aitler. Bu aidiyet nedeniyle tohumunu sürekli gidip o şirketten almak zorundasın. Her üretim yaptığın da kazandığın paranın bir kısmını ayırman gerek ki önümüzdeki yıl yine tohum alasın. Oysa melezlemeyi sen yapmış olsan her yıl ürünün bir kısmını tohumluk olarak ayırır, saklarsın. Şirketinki patentli, onun malı sayılıyor o yüzden. “Ektiğimden tohumluk ayırayım” diyemiyorsun. Dolayısıyla şirketlerin tohumları ciddi bir baskıya dönüşebiliyor ve ekonomik dar boğaz anlamına gelebiliyor. Geliyor da zaten.

Bu işin ekonomi-politik tarafı nasıl işliyor?

Eh, tohumu çiftçi üzerinde kurduğun baskının aracı olarak kullanmak ne demek? Bir de bu patentli ürünlerin tam verimde çalışması için beraberinde satılması ‘gerekli’ şeyler olduğunu düşünürsen.

Şu tohum melezlemenin ‘doğası’na dönelim tekrar.

Biz bir melezleme yaptığımız zaman coğrafi koşullara göre gıdamızı garanti altına alma tasasıyla yapıyoruz. Mesela Marmara Adası’nda su yok. Dolayısıyla Marmara Adası’nda domates yetiştirmek isteyen çiftçi daha az suya ihtiyacı olduğuna inandığı domatesler arasında melezleme yaparak, bugünkü Marmara Adası’nın susuz yetişen domatesini üretmiş. O domates Marmara Adası’na özgü bir domates. Başka yerde işe yaramaz.

Şirketler ise melezleme yaptıkları zaman dünyanın her tarafında satılabilecek melezlemeyi yaparlar. Bölgesine uyumlu değil. Dünyanın her tarafında bu tohumu verimli kılabilmek için de tohumun yanı sıra ziraî mücadele ilaçları ve gübre satmak durumundalar. Başka türlü mümkün mü her yerde verimi garantilemek, mahsûlü garantilemek, rekolteyi garantilemek? Gerçi kimyasal gübre ve sıkılan zirai ilaçların bir garanti sağladığı da yok, ama… Akla, vicdana ve doğaya aykırı ama sistem mi sistem, bilimsel mi bilimsel!

Anlayacağın patent sahibinin sadece tohumdan değil yan unsurlardan da kazanç sahibi olduğu için ciddi bir ekonomik tahakküm kurma imkanı var. Ertesi sene patent sahibi o ürünü satmaktan vazgeçerse çiftçi ortada kalır. Kendi tohumunu da kenara koyamamış olduğu için açtır. Bu çok önemli. Çiftçinin bizi doyurmaktan önce kendini doyurmak gibi bir derdi var.

Şirketlerin hibrit tohumunu eken çiftçi, ürününden tohum ayıramıyor değil mi?

Hayır ayıramaz, çünkü patentli.

Patent sahibi çekildiği anda tohum ayırmadığı için eski ürettiği domatesi üretme şansını kaybediyor doğru mu?

Evet aynen öyle, anlayacağın tohumda patent öncelikle ciddi bir bağımlılık meselesi.

Biraz önce bahsettiğimiz patentli tohumlar her coğrafya için sağlıklı mı?

Ben coğrafyasına uygun olmayan hiçbir tohumun o coğrafyada yaşayan insanın hayatta kalması için gereken gıda olabileceğine ikna olmadığım gibi, toprak için de sağlıklı olduğuna inanamıyorum.

Yani sadece insan sağlığına değil bir de doğaya da zararlı.

Genele bakmak lazım, bugün ne tüketmek istediğimize değil… Türümüzün devamlılığı için faunamızın da devamı gerekiyor. O faunamız da suyumuz, toprağımız ve havamızdan oluşuyor. Her coğrafya ayrı bir oranda, ayrı biçimlerde bu üçünden beslenerek oluşmuş. Denizin kenarında ama içme suyu az Marmara Adası ile en güzel çiçeklerin açtığı meraların sahibi Kars aynı gıdaları üretmeyecek haliyle. Israr edip, inat edip “hayır, her ikisinde de 12 ay domates yetişecek” dersek, faunaları göz ardı etmiş olur, onları beslemek, ondan beslenmek yerine faunayı zorlamaya başlarız. Bundan dolayı, zaten coğrafyasında üretilmemiş, laboraturda bir standart tutturma amacıyla üretilmiş melezlerin sağlıklı olduğuna inanamıyorum. Bununla beraber, laboratuarda üretilen melezse gene kabul diyoruz, zira domates domatesle çaprazlanıyor, değil mi? Şükür! Domatesi biberle hele hele karafatmayla melezlemek aklına bile gelmez insanın.. Ama geliyor işte! Sıkıntı burada daha da ağırlaşıyor. GDO dediğimiz bu. Alakası olmayan türler verim uğruna melezleniyor ve şirketler adına patentleniyor.

Ve bunu hayvanla da yapabiliyor…

Hatta şöyle söyleyeyim, gen dediğin şey birtakım kimyaların yan yana dizilmiş hali. Arzu ettikten sonra doğada asla olmayan bir geni de oraya entegre edebilirsin.

Doğal olmayan gen?

Kromozom dediğin şey bir kodlamaysa, kimyasal bir kod yazamaz mısın? Zaten insanın kibiri de orada giriyor devreye. Doğanın milyonlarca yıldır geliştirdiği ve gram milim zerre boyutlarında oynaya düzelte hazırladığı bir sisteme, sen insanoğlu, “Hayır bu böyle olmayacak, şöyle olacak” diye tam da göbeğinden, üstelik süper bir kibirle müdahale ediyorsun! Bu asla ve asla melezleme gibi bir şey değil. Güzel de satıyorlar: “Sen bunu ekersen şöyle verim alacaksın böyle verim alacaksın” diye… GDO’lu tohumlar da beraberinde çok ciddi tarım ilaçları, çok ciddi gübrelerle geliyorlar. Verimliler ya!

Gıda terörü’ diyorlar buna, o zaman haklı nedenleri var.

İşgali bile diyebiliriz.

Türkiye’de GDO’lu ürün var mı? Toprakta demiyorum toprakta yok ama piyasada var mı?

Bizim GDO’lu tarım yapmamız yasa aracılığı ile yasak. Hapis cezası bile var. GDO’lu tohumla tarım yapan varsa ihbar etmek de vatandaşlık borcu.

Yani bu tohumun Türkiye’ye girmesi suç?

Evet.

Piyasada var mı?

Tohum olarak mı, gıda olarak mı?

Gıda olarak?

Gıda olarak da şu ana kadar izin verilmedi. Yani ne tohum olarak ne de gıda olarak, Türkiye’de GDO yok, diyoruz, zira GDO izne tabi ve henüz bunlara izin verilmedi. Verilmez mi, verilebilir. GDO Türkiye’de yasak değil, Gıda Güvenliği Kanunu çerçevesinde yönetmeliği var ve yönetiliyor.

Yem olarak?

Hayvan yemi olarak var.

Hangi hayvanlarda kullanılıyor?

Tavuk ve büyükbaş, hepsi için kullanılıyor. Hem mısır hem soya olarak. Yanlış hatırlamıyorsam 16 tane cinse izin verildi. 13 tane mısır ve 3 tane de soya. Bunların yem amaçlı kullanımına izin verildi.

Amerikan menşeli firmalar mı bunlar?

Ben bunlara ulus ötesi demek istiyorum. Amerikan dediğimizde bir milleti, bir insan grubunu işaretliyoruz, halbuki oradaki çiftçinin ve tüketicinin de en az bizim kadar canı yanıyor.

Peki piyasada GDO’lu bir ürün yok diyoruz ama, bu GDO’lu yemle beslenmiş bir inek veya tavuk etiyle bu musibet benim mutfağıma da girmiyor mu?

Gıda güvenliği söz konusu olduğunda tek tasamızın GDO olmadığı bir zamandayız. Bir kere onu telaffuz etmek lazım. Yani hayatımızda hiç GDO olmasa bile mutfağımıza giren pek çok şeyle ilgili sıkıntımız var çünkü bir çok gıda fabrikada üretiliyor. Kültürümüzde hâlâ kaybetmediğimiz bir sözümüz vardır: “Eline sağlık”. Sana hayatta kalmanı sağlayacak gıdayı üretmesinden dolayı onu üreten ellere teşekkür ederiz. Bu çok önemli, saf ve sağlıklı bir bilgidir. Biz bu bilgiden kendimizi koparttık ve bir bant üzerinde sanki bir araba parçası üretircesine gıda üretir durumdayız. Dolayısıyla “HACCP veya İSO belgeli” dense bile, “merak etmeyin bu çok çok iyi” dense bile, işin özü çok öyle değil. Bu belgeleri en iyi düzenleyenlerden birinin Almanya olduğunu hepimiz kabul ederiz; Almanya’da bir tüketici örgütünün bir süpermarkette yaptığı araştırma iki tavuktan bir tanesinde yüksek miktarda mikrop bulundurduğunu gösterdi. Sonuç olarak, tavuğun açık havada veya kapalı pakette satılıyor olması değildir onun düzenini sağlayan… Üreticinin tavuğu nasıl üretmesi gerektiğini bildiği gibi tüketicinin de doğru şeyi satın alma bilgisiyle ona bakmasıdır.

Eğitim “şart”…

Bundan 40 yıl önce İstanbullu etini tavuğunu açıktan satın alırdı, hepimiz o ete baktığımız zaman ne tarafını alacağımızı, işe yarayıp yaramadığını bilirdik ve yanlış bir şey verecek olsa kasabın canına okurduk. 20 yıl öncesine kadar dükkan dükkan gezip ürün alıyorduk. 100 yıl öncesine bakarsak büyük ihtimalle mahalleleri geziyorduk. Bugünün dünyasında her şey bir süpermarkette. Süpermarkete o malın girdiği anla bizim önümüze gelmesi arasında sadece 1 hafta var, süpermarkete o malın girişi ve üretilmesi arasında da 1 hafta… Zaten biz iki hafta eskimiş malların arasından seçim yapıyoruz.

Bir taraftan da devamlı aynı tadı alıp duruyoruz. Muhtemelen, bundan 100 sene önce insanlar yedikleri peynirin aynısını bir hafta veya bir ay sonra yemiyorlardı. Bant üretimi olmadığı için hava şartları, toprak şartları, üretim şartları habire değişiyordu.

Evvelden fasulyedeki tat farkını bilirdik. Ben bugün kuru fasulye yapmak istediğimde iyi fasulyeyi nereden bulacağımı bilemiyorum. Bu çok vahim bir şey. Bu basit, bu toprakların ürünü olan bir şey. Ama iyi bir kuru fasulye bulabilmek için ya organik pazara gidip yöresel bir tür aramam ya da süpermarkete gidip teker teker etiket okumam, ürünün menşeine bakmam gerekiyor.

Menşei olarak ne tercih ediyorsunuz?

Tabii ki yerli tercih ediyorum. Eğer cebimdeki üç kuruş paramı harcıyorsam bunu kazanacak firma bu parayı benim üreticime versin istiyorum…

Peki lezzet olarak?

Süpermarketten aldığımda lezzet olarak hiçbir fark bulamıyorum aralarında. Organik pazarından yöresinin adıyla satılanı bulduğumda ama bambaşka.

Eskiden vardı şimdi niye yok?

Her şey birbirine karıştırılıyor. Bir kere her fasulyenin tohumu ortak bir yerden gidiyor, dolayısıyla aynılaşıyor. Coğrafi farklılıklar olmayınca şeker fasulyenin ne manası kalıyor ki. İspir fasulyesinin bütün manası İspir’in fasulyesi olması, boyunun küçük olması değil ki. Onun ufacık genetik farklılıkları lezzeti sağlıyor.

GDO’ya geri dönersek…

Türkiye’de GDO’lu ürün yetiştiriliyor ya da gıdamıza GDO katılıyor demek kolay değil. Zira şu ana kadar bunlara izin verilmedi. İzni çıkmış sadece yem amaçlı olan GDO’lu soya ve mısır var. Bizi fevkalade şüpheci buluyorlar ama, endişe ediyoruz. GDO’lu yemle beslenen hayvanların ürünlerini yemek istemediğimiz gibi, GDO’lu yemle beslenen hayvanların dışkıları aracılığı ile doğamızı bozabilecekleri inancındayız. Alay edilmek istemem, kanaatindeyiz, inancındayız diyor bir kanıt sunmuyorum. Ama bu konu bilim insanları için bile o kadar yeni bir konu ki! Gene de bir kaç husus net.

Çok net bir araştırma var, mesela. Biz bundan 7 ila 9 bin yıl önce sığırı evcilleştirdik. O vakte kadar inek sütü içmiyorduk. Dolayısıyla da bir laktik asit problemimiz yoktu. Geçtiğimiz 7 bin yılın içersinde fizyonomimiz içmekte olduğumuz süte göre değişti. Bir kısmımız intibak etti ve sorunsuz olarak laktik asidi sindirebiliyor, bir kısmımızın ise hâlâ canı yanıyor, içemiyor. Düşünün ki, parçası olduğumuz doğanın ürettiği inek sütüne karşı fizyonomimiz böylesine tepki gösterebiliyor ve şekil değişiyor, değiştiremediğinde alerjik reaksiyon veriyor, tolere edemiyor ve şişip geriliyorsa, GDO’lu ürüne karşı da, GDO’yla beslenmiş ineğin sütüne karşı da fizyonomimizin bir reaksiyon vermesini beklemek makül olan değil mi?

Bugün micro RNA’ları araştırıyor ve gıdanın fizyonomimizi nasıl değiştirdiğine bakıyor bilim insanları. Bilim bu: Zaman geçecek, data yığılacak, sıkıntılar oluşacak ki sonuca ulaşabilsin. Bu süreçte biz denek olmak istiyor muyuz? DDT’yi (Dikloro difenil trikloroethan- çok zehirli bir böcek öldürücü) hatırla! Tüm dünya emniyetli bir zirai ilaç olarak kullanmaya başladıktan 40 yıl sonra idrak etti ki bu aslında feci bir zehir…

Sözün özü, Türkiye’de gıdamızın içeriğinde bizzat yerleştirilmiş olarak GDO var diyemiyorum. Ama fevkalade endişeliyim. Yok demekte de çok zorlanıyorum. Ayrıca.. GDO’nun gıda amaçlı kullanıma girmesi için bir dolu talep de var. Örneğin TÜGİDER (Tüm Gıda İthalatçıları Derneği), üyeleri adına bir başvuruda bulundu ve 3 tane GDO’lu soya türünün gıda amaçlı ithalatı için izin istedi.

Hangi ürünler bunlar?

3 tane soya.

Nerede kullanılacak bu?

Gıdada kullanılacak; soya lesitini, soya yağı hepsi kullanılabilir. Soya lesitini dediğin zaman margarinden eritme peynirine, ekmekten gofrete her yerde var.

Ekmek mi?

Tabii, paketli gıdanın hemen hepsinde çok ciddi soya unu ve soya lesitini var. Sanayii için ciddi kolaylaştırıcı. Çikolatada da mesela. Çikolatayı yapmak için kakao ve kakao yağını birbirine karıştırırken yardımcı bir malzemeye ihtiyaç var. Dünya üzerinde çok az zanaatkâr var, lesitin kullanmaksızın bunları birleştirebilen. Ben Paris’te bir tane biliyorum. Çok özel zanaatkârlar bunlar.

O zaman bütün çikolatalarda kullanılıyor bu?

Lesitin kullanılıyor ama tek lesitin soyadan değil. Ayçiçeğinden ya da yumurtadan da lesitin elde edebilirsin.

Yani çikolata alırken orada soyayı gördüğüm anda uzak durmam gerekiyor mu?

Yerli üretimse henüz değil, ama Biyogüvenlik Kurulu onay verirse, evet.

Niye?

İşte TÜGİDER onay alırsa o zaman endişe etmeye başlayabiliriz. Türkiye’de bir açıdan çok şanslıyız: GDO’ya ilişkin yönetmeliklerde 2010 Ağustos ayından beri, “Bir şey ya GDO’ludur, ya GDO’suzdur” diyor. Avrupa’daki, Amerka’daki gibi hiçbir muğlak alan yok. Binde 1, binde 9 gibi herhangi bir oran yok, kabul edilmiyor.

Peki GDO olursa?

O zaman üzerine yazmasını isteyecekler. O zaman da bizim üreticiye güvenmemiz gerekecek. Ama üzerine GDO’lu yazıldığında kim alır ki onu? Peki ne yapacaklar? Bunun izni çıktığı anda ‘binde 9 muğlaklığı’nı isteyecekler.

Ne demek o?

Binde 9 dünya üzerinde organikte bile geçerli olan GDO bulaşık oranı. AB de bunu kabul ediyor. TÜGİDER’in esas derdi o zaten. Diyorlar ki “getirdiğim hammaddenin tamamında bulaşıklık var. Ben çok zor durumdayım, benim bunu kullanmama izin ver ben de sana bundan sonra bulaşıklık mevzuunu getireyim” diyor.

O zaman belki de tüketici şunu talep edecek: “Ürünlerimizde hiçbir şekilde GDO bulaşıklığı yoktur” etiketinin basılmasını…

Çok şükür o iznimiz var. Ağustos 2010’daki GDO yönetmeliğimizde malını GDO’suz olduğuyla pazarlama, bunun reklamını yapma hakkı var. İşte geçenlerde Hürriyet Pazar’da yayımlanan Orvital ilanı güzel bir örnek. Koskoca yazdılar bizim hayvanlarımıza yedirdiğimiz yemlerde GDO yoktur diye… Saray Çiftliği hayvanlarına tohumunu kendilerinin seçtiği ve kendi ürettikleri bitkilerle yem hazırlıdıklarını, asla GDO’lu yem kullanmadıklarını ilan etti.

Tan Morgül sordu, Defne Koryürek cevapladı: Çekilin marketler, üreticime varayım
Defne Koryürek: ‘Haz’la ‘hız’ bir arada olmaz