Defne Koryürek, bir slow food konviniyumu olan Fikir Sahibi Damaklar’ın kurucusu, aşçı ve besin aktivisti. Koryürek, Tan Morgül’le buluştu ve ortaya, gıda güvenliğinden GDO’ya, patentli tohumlardan dünyadaki açlık sorununa kadar bir çok konuda muhteşem bir söyleşi çıktı. Üç bölüm halinde yayınladığımız söyleşinin ilk bölümü burada, devamı ise sayfanın altındaki linklerdedir. Keyifli okumalar…

Tan Morgül: Gündemde genelde GDO’lu ürünler var ama “GDO yoktur” ilanı da diğer kötü üretim koşullarını gizlemiş olmuyor mu? Mesela kendi ürettiğin tavuğu, doğal yemlerle beslemiyorsun ya da hayvanı korkunç kötü koşullarda yetiştiriyorsun…

Defne Koryürek: Haklısın tabii! Bu zaten üreticiyle tüketici arasındaki kopukluğun en sert hali. Etiket okuyorsun, paket inceliyorsun… HACCP belgesiyle de ISO belgesinden medet umuyorsun! Ha HACCP belgesine güvenmişsin, ha “içeriğinde şu yoktur” yazmasına.. Neticede asıl bakman gereken bu gıda nerede üretilmiş, kim tarafından üretilmiş ve ne ile üretilmiş. Buna menşei de dahil.. Hiçbir belge, sertifika, hiç bir “içinde şu yoktur” ibaresi seni bu bilgiye ulaştırmıyor bugünün dünyasında. Hep arada bir şeyler var, bürokrasi var, satış elemanları var, marka var, marketler var. Oysa 40 yıl önce böyle değildi. 20 yıl önce de böyle değildi, gidip üreticini bulurdun. Neyi nasıl üretiyor bilirdin ve inanırdın. Sahiden “eline sağlık” diyebilirdin ve beğenmediğin zaman dükkânı kafasına yıkabilirdin. Kazık yemez miydin, yerdin. Ama kazıklanmak bugünkü kadar sıradan bir durum değildi kanaatimce.

Peki pazara gittiğinde?

Öncelikle hangi pazardan bahsediyoruz? Organik pazar mı, semt pazarı mı, köylü pazarı mı? Pazar genel manada tüketicinin bilgi sahibi olmadan alış veriş yapamayacağı bir yer aslında. Hangisine gidersen git. Elini her attığın iyi, doğru ya da kaliteli gıda değil. Zaman zaman benim köylü pazarında bile güvenmediğim tezgâhlar oluyor. Mesela pazının haline bakıyorum, “halden mi aldı bunu” diye düşünmeden edemiyorum. Pazarın özelliği de bu zaten. Her bir tezgahta aynı ürünle başka kalitelerde karşı karşıya gelmek ve beğenmediğinde diğer tezgâha gidebilmek… Süpermarkette böyle bir seçeneğin yok.

Süpermarkette bir ürünü alırken paketin arkasında yazan etikette nelere dikkat ediyorsun?

Öncelikle paketli ürün almamaya çalışıyorum. Paketli ürünler zaten çok fazla endüstriyel ekstraları olan ürünler. Ama bundan kastım pakete konulmuş frik bulguru değil. Paketli üründen kastım kekmiks türü ürünler. Onlardan özellikle uzak duruyorum. Kek, kraker, bisküvi bunlardan zaten zinhar uzak duruyorum.

Bisküvi yemek istediğin zaman ne yapıyorsun?

Kendim yapıyorum.

İçeriğinde ne varsa, kesinlikle almıyorsun? Soya kelimesi anahtar kelime mi?

O tip şeylerin olduğu gıdaya zaten dokunmuyorum. Geçen gün lahana almak için aşağıdaki Şok Market’e gittim. Uzun zamandır gitmediğim için de şöyle bir reyonları dolaştım. Oradaki ekmek reyonundan bir ekmek seçtim, üzerinde “köy ekmeği” yazıyor, içinde neler var diye baktım, zira ekmek en temel gıda. “Katkı” diyor etiketinde, sadece “katkı”. Böyle muğlak ifade kullanan üreticinin malı kanaatimce derhal bırakılmalı.

Ekmeğini kendin mi yapıyorsun?

Her zaman kendim yapmıyorum. Şemsa çok güzel ekmek yapıyor. Ekşi mayası var ve %20 sini Kars’tan sağladığı, oraya has kavılca buğdayından öğütülen bir undan yapılıyor. Yüzdeyi artırmaya çalışıyor ama devamlılık sağlayamadığı için yüzdesi limitli henüz. Ondan alıyorum ekmeğimi.

Bunları bulacak yerler var o zaman İstanbul’da?

İstanbul çok şanslı ama tembellik etmemek ve kalkıp dükkan dükkan dolaşmalık bir alışverişe çıkmak gerekiyor sadece.

Evin yakınında süpermarket varken, kalkıp İnebolu pazarına gitmek… Modern insan için çok radikal bir hareket.

Babam Emirgan’dan alışveriş için balık pazarına giderdi.

Ve buna yüksünmüyordu…

Tabii ki yüksünülmez. Cumartesi günleri babamla koşmaya giderdik. Koştuktan sonra arabamıza binip Pangaltı’ya gidip sıcak ekmek ve kaymak alırdık. Kaymağı sıcak ekmeğin içine koyduğumuzda erirdi. Bunu bir süpermarkette yaşayamazsın. Ve bu gerçek lezzettir, gerçek gıdadır.

Peki ya şimdi?

Mevsimini bildikten sonra koyun yoğurdu da, keçi yoğurdu da, manda yoğurdu da var. Barbaros’a git Kıztaşı’nda dünyanın en güzel koyun yoğurdu ordaki adamda. Ama baharı beklemek lazım, bunlar mevsimsel. Bugün manda yoğurdu satana biraz yamuk bakarım. 1 ay daha beklerim manda yoğurdu olması için. Önce mandanın sütü olacak çünkü. Yoğurdu ondan sonra…

Ama şimdi kentli insan olarak, Fikir Sahibi Damaklar’a bakınca bazı pratik şeyler de görmek istiyoruz: “Nereye giderim, ne zaman, ne yerim?” diye

Öyle bir satın alma kabiliyeti var ki şehrin, bir üreticiyi yolundan çıkartabilir… Biz kimseye kataloglanmış hayat sunmayı sevmiyoruz. Oysa herkes hap istiyor! Asıl önemli olan herkesin kendi kataloğunu oluşturması, arşivini yapması… Biz ders çalışmak gerektiğini söylüyoruz. Facebook sayfasını da bilgi odaklı tutuyoruz. Dünya gazetesinde tavukla ilgili yazıların tamamını verip altındaki yorumları paylaşıyoruz, örneğin. Altındaki yorumlar iyi takip ediliyorsa, tavukla ilgili olağanüstü bilgili oluyorsun.

Şeker, tuz kullanıyor musun?

Tabii ki kullanıyorum, ama özenle. Bunların lüks lezzetler olduğunu düşünüyorum. Müsrifliğin gereği yok. Gıdanın her bir gramına çok ciddi hürmet etmek gerek. Hele lüks olanların!

Nedir bu çiğ süt korkusu?

Endüstriyel süt üreticileri, yani paket sütçüler (UHT’ciler) sokak sütünün sağlıksız olduğu üzerine yayın yapıyorlar. Türkiye’de büyükbaş hayvan refahı bağlamında hayvancılık yapısına baktığınız zaman çok da yanlış bir görüş değil. Hayvanların neredeyse tamamı veremli. Brucella’nın önüne geçebilmiş değiliz. Bol miktarda hayvan pazarı gezmişliğim var. Bizim hayvanlarımız sağlıklı, önünü, arkasını bildiğimiz, kalitesine kalıbımızı basabileceğimiz hayvanlar değiller, bizzat söyleyebilirim. Şimdi, “bu hep böyle değil miydi” ya da “eskiden nasıl içiyorduk o sütü” diye sorabilirsiniz. Eskiden analarımız gıda konusunda bilgililerdi. Eğer sütünüzü, belli bir süre kaynatıp, şişeye doldurup dolaba kaldırıyorsanız ya da yoğurt yapıyorsanız çok da endişe edecek bir taraf yok. Geleneğimizde de böyle saklanır süt zaten. Dolayısıyla bu bilginin olduğu yerde çiğ süt satışı neden endişe yaratsın ki? Ama şehirdeki anne bu geleneği kaybettiğinde, bu bilgiden uzak düştüğünde çiğ sütün sahiden de çok endişe verici olabileceğini de teslim etmek zorundayım. Dediğim gibi, hayvan sağlığımız yerinde değil. Sağlıksız bir hayvanın sütünden insana geçebilecek verem var, brucella var… Tabi bu çiğ sütten vazgeçip UHT süt almak anlamına gelmesin. Ama sütü kullanma biçimlerini, gıdayı sağlıklı muhafaza etme yöntemlerini unutmamak, unutturmamak şartı ile..

Bu arada bizim Kuzguncuk’ta mesela kaç kuşaktır aynı sütçü kapıya geliyor. Ben sadece 30 senesini biliyorum. Bir taraftan da muazzam bir sözlü tarih birikimi.

O adam bir güven yaratamamış olsa o bölgenin adamı olamazdı zaten. Süt işleme bilgisine sahip anaların kontrolunda devam ediyordur varlığı. Ne güzel!

Taşındıktan sonra başlarda beni anneme şikayet ediyordu, süt almıyorum diye. Şimdi artık kapımı bile çalmıyor. Ama bizimkilere her gün uğruyor, çünkü annem, yoğurdu, sütlaçı, vs’si için hala sadece çiğ süt alıyor.

Ama çok haklı. Süt içeceksen sütten bir şey yapacaksan çiğ süt daha doğru.

Tüketim sahamız ve vaktimiz de çok geniş değil mi. Sanki biraz daralması gerekiyor.

Kesinlikle. En basitinden konuşuyorum, İstanbul’da Eylül 30 itibari ile domates yemeyi bırakacağız, patlıcan daha erken, Ağustos ortası bırakacağız. Kabak Ekim’i bulabilir ama limitli. Şu mevsimde yiyebileceklerimizden biri kestane. Mesela, benim çok güzel kestane çorbam vardır, sütlü, muskatlı. Yani şimdi mevsimidir; kestaneni, havucunu, pancarını yiyeceksin, lahananı yiyeceksin. Lahanadan da sadece kapuska yapman gerekmiyor. Son zamanlarda geliştirdim: Zeytinyağında birazcık ezilmiş sarımsakları çeviriyorum üzerine lahanaları koyuyorum, sonra üzerine elma dilimleri serdikten sonra azıcık sirke ve karabiber koyup, kapatıyorum. Tuhaf, sarımsaklı ekşili bir lezzeti oluyor. Üzerine kekik de eklersen fevkalade lezzetli.

Peki insanlığın etik kurallara uyarak beslenmesi mümkün mü artık?

Sadece mümkün değil, mecburiyet aslında.

Her şeyi böylesince oburca tükettiğimiz bir zamanda insanlığın bir kısmının hala aç olması garip değil mi?

Açlığın sadece tüketimle değil dağılım biçimimizle de alakası var. Sahici inananların söylediği bir laf vardır: “Komşusu açken, uyuyan bizden değildir” derler. Sahiden de, komşunun açlığı senin için bir mesele olmalı.

Bundan 30 sene sonra tuvaleti temizlerken, nasıl olup da bugün bu iş için temiz su kullanıldığına inanamayacağız belki de…

Kesinlikle… Bunları düşünmemiz gerekiyor. Artı satın aldıklarımız için de düşünmemiz gerekiyor. Yani yumurta 50 kuruş mu 75 kuruş mu diye bakıyor kadınlar ve en ucuzunu almaya çalışıyorlar.

Haklı olarak…

Emin değilim haklılar mı, gıda bu! Gıdanın “ucuz” olması gerektiği inancı bizi “yoksul ne yiyecek ama” deyip GDO’yu kabule kadar götürür, aman derim. Gıdayı “ucuz” alma gayretini bir kenara bırakıp, gıdanın hak ettiği fiyatı tayin etme yoluna gidelim derim. Hak ediş önemli bir ölçek zira. Ayrıca unutmamak gerek, o yumurtanın da bir üreticisi var ve sattığı yumurta ile çocuğunun karnını doyuracak. Ucuz gıda peşine düşüp onun üretimini pahalı bulduğumuz oranda, sürümden kazananın kesesini dolduracağız! Fabrika tavuğunun tanesi 5, bilemedin 6 simite denk! Köylü bir tavuğunu 5-6 simite satacak olsa, çocuğunu nasıl doyuracak? Üzerine pazarlığın yapılması en güç kalem, gıda. Hem seni besleyecek hem de üretenini… Dolayısıyla değerlendirme parayla ilgili olmamalı, gıdanın hak edip, etmediğine bakıyor olmak lazım. Fiyattan ya da markadan öte bir bakış bu. Bir de, zaten, yumurta 50 kuruş mu 75 kuruş mu deyip sonra cep telefonuna tartışmasız ciddi miktarda paralar veriyoruz! Akıl karı mı bu hesap?

Et mi balık mı tavuk mu. Hangisi senin için daha önce gelir.

Kuzu. Balıkla ilgili çok fazla problem var. Yavru balık, mevsim balığı, çiftlik derken şimdi bir de dalyan meselemiz var! Balıktan kaçar olduk, İstanbul’da!

Hiç iyi çiftlik yok mu?

İyi çiftlik benim bildiğim bir İspanya’da var. Kendi faunasını yaratmış. Flamingolar milllerce öteden o laguna geliyorlar, beslenmek için! Öyle bir faunası olmadıktan sonra çiftliği savunmak mümkün değil.

Peki ya tavuk? Köy tavuğu?

Nerden bileceğim ki köy tavuğu olduğunu? Organik desen, bir nebze. En azından kesim yaşı daha büyük ve yemi GDO’lu değil. Ama yerleri eşeliyor mu, doğasının gereği kısa uçuşlarını, solucan, böcek vs avını yapabiliyor mu, hayır. Problemli alan tavuk. Biz yemez olduk. Yılda iki, bilemedin üç kez o da organik alıyor ve çerkez tavuğu yapıyoruz. O kadar.

Peki biz artık hiç çinekop yiyemeyecek miyiz?

Yemeyiverelim Tan! Bırakalım da biraz onlar çoğalsın. Biz her yeri kapladık zaten.

İstatistikler Türkiye’de ortalama kişi başı 8,5 kilo balık tükettiğimizi iddia ediyor.

İstatistiklere de bölgesel ve dönemsel bakmak gerekir. Yani şimdi ben bir Iğdırlı’nın İstanbullu kadar balık tüketmesi gerektiğine emin değilim. Iğdırlı’nın balığı yok ama İstanbullu’nun hayatında bilemeyeceği kalitede mera hayvanı var. Her coğrafyanın kendi kaliteleri bunlar.

Ama doktorlar insanlara haftanın 4 günü balık yemeyi tavsiye ediyor…

Onu söylüyorum; dünyanın üzerinde en sağlam felsefi vurguları yapmış insanların, orta Avrupalılar’ın mesela, peynir, soğan ve patatesten oluşan mutfakları var. Ya da dön, Hindistan’a bak. Hayvansal protein almadan fevkalade yaşıyorlar. Ben Türkiye’nin her coğrafyasından insanların illa balık yemeleri gerektiğine inanamadığım gibi İstanbul’da da illa 8.5 kilo balık tüketmeleri gerektiğine inanmıyorum. Ne varsa o yenir, diyorum. Örneğin, kızım et yemiyor, balık yemiyor, dolayısıyla vücudunu belli bir dengede tutmak için de ciddi miktarda yeşillik yedirmem gerekiyor. Gün içerisinde değişik miktarlarda ‘shake’ler yapıyoruz. Kefirine ıspanak katıyorum, yemeğine bol miktarda nohut, fasulye, mercimek ekliyorum. Yani et olmaksızın da uygulanabilecek bir diyet var hayatta.

Gıdamız koşullarımıza bağlı olmak zorunda. BBC’nin gezegenin var olan kaynakları ile maksimum beslenecek insan nüfusu üzerine bir belgeseli vardı. Biz niyet ettikten sonra, bu dünyanın 18 milyar insanı besleyebilecek bir dünya olduğunu kanıtlıyorlar. Özetle; hepimiz Amerika gibi harcayacak olursak bu dünya üzerinde ancak 1 milyar kişi yaşayabiliyor. Hepimiz Hintli gibi harcarsak, var olan kaynakları eşit şekilde kullanıyor ve hepimiz hayatta kalabiliyoruz. Şimdi 1 mi 18 mi? Bu dost saydığınız insan sayısı ile de alakalı bir şey. Eğer Hintli’ye, Amerikalı’ya, Surinamlı’ya öteki diye bakıyorsak, sadece “biz Türkler” diyorsak ve kendi içimizde bile yok eteği kısa, yok başı kapalı diyorsak, mezhep ayrımı, din ayrımı yapıyorsak, elbette gözümüzü kırpmadan tüketiriz. Yok, “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” diyorsak o zaman başka türlü yaşamamız gerekir. Ki bu dünya ortak evimiz olduğuna göre, aslında birimiz, sahiden de hepimiz için demektir ve hepimiz, birimizin tasasına düşmeliyiz….

Evet, ev arkadaşlarımızın tamamını dostumuz olarak görmek ve birlikte var olmanın hesabını yapmak zorundayız. O yüzden de komşunuzun aç olup olmadığının umrunuzda olması çok önemli. O yüzden bu Boğaz’ı lüferin terk etmemesi, burada varlığını huzurla sürdürmesi, çok önemli.

Bir insan bakır tava/tencere almak istediğinde nereye gider?

Bir sürü yer var.

En sağlıklı pişirme şekillerinden biri…

Ben bakır ve dökümü evladiyelik olduğu gerekçesiyle de çok seviyorum. Toprak daha zor, toprak bugünkü pişirme biçimlerimiz içerisinde çok işe yaramıyor. Ama elimdeki dökümü, bakırı dört aileye dağıtsam, yüzyıl daha kullanmaya devam ederler. Kızıma bırakacak olsam torunuma bırakır. Alüminyum veya teflon asla öyle değil, bir yıl bile kullanamıyorsun hiçbirini.

Organik ürün her türlü derdin dermanı mı? Bir ürün organik olunca kesin sağlıklı mı oluyor? Sertifika sistemi nasıl çalışıyor?

Konvansiyonele bakmamız gerekiyor. Ona güveniyor muyuz ki organiğe güvenmemeyi konuşalım? Organik ürünle konvansiyonel arasında ki en büyük fark sertifikasyon. Sertifikasyon dediğin anda, üreticisinden başka birilerinin daha sözü devreye giriyor. Bu önemli bir şey, üreticiyi kontrol eden ikinci veya üçüncü bileşen.

15 milyonluk bir megapolde yaşıyorsan sertifika önemlidir, organik de önemli bir sertifikadır. Eğer organik ile ilgili şüphelerin varsa o sertifikayı veren kurumları sorgulamalısın. Şirketlerin adları var açarsın telefonu bu sertifikayı neye göre verdiniz ben nasıl güvenirim diye onları terletirsin ki doğru olan da budur. Gıdanı sen seçecek, sen takip edeceksin.

Peki sıralama yapalım: Süpermarket, semt pazarı, köy pazarı ve organik dükkan. Tercihin?

Şehirde yaşıyorsan kesinlikle organik pazar ve organik satan dükkan.

İkinci semt pazarı mı köy pazarı mı?

Yaş meyve sebze, peynir zeytin bağlamında konuşuyorsak nerdeyse aynılar. Dedim ya, pazardan alış veriş yapabilmen için öncelikle çok donanımlı, bilgili olman gerek. Baktın mı tanıyacaksın iyi olanı. Mesela zeytini boyalısından ayırabileceksin. Köylü pazarında üreticiyi bulma, ona güvenerek alış verişini yapma imkanın olduğunu düşünsen bile işin zor. Ben hemen her seferinde ıspanağa, pazıya bakıp “bu hâlden sanki” diyorum. Balkabağının, elmanın sahiden eciş bücüşlüğüne güvenip alıyorsam da mantar satılabiliyor olmasını aklım almıyor! Bunlar kontrolü olmadan yapılmaması bir şey. Araya bir zehirli mantar karışsa…

Ayrıca köy pazarına bakıyorum, herkes “doğal” diyor. Elbette doğal. Ama ilaç sıkılmamış mı? Sıkılmış tabi. Organik pazardaki kadar güvende hissetmiyor insan kendisini. Tabi, bu İstanbul’un zorluğu. Şehrin göbeğinde müze ziyaret eder gibi, hafif turistik bir renk köylü pazarları… Üretici de ayırdında, tüketici bilgisiz, gerekiyorsa halden de kapıp getiriyor malı iki kuruş daha kazanmak amacıyla. Ne diyeceksin ki? Ne köyün muhtarı, ne bir kooperatif ne de belediye denetlemedikten sonra…

Semt pazarında da parlak değil durum. Köylü pazarında hiç değilse üreticiyi tanıma şansın var. Semt pazarındaysa muhattabın kabzımalın ta kendisi! Ha süpermarketten almışsın, ha kabzımaldan. Üreticisiyle muhattap olmadıktan sonra, farkı ne? Üstelik buralarda da kontrol yok! Çinekop satılıyor diye kaç pazar yerinde zabıtayı tutup kolundan götürmeye çalıştık da, başaramadık! Yasası, ölçüsü olan şeyin denetimini kimse yapmıyor, kaldı ki ıspanağın, zeytinin yapılsın..

Ben organik dükkanları ve organik pazarları birinciye koydum. Zira hem sertifikanın takibindeler hem de her zaman elinin altındalar. Bugün organik satan bir dükkana ya da organik pazarına gittiğim zaman ne alacağımı ve ne bulabileceğimi aşağı yukarı biliyorum. Ama onlardan sonraki tercihim iyi bir süpermarket! Çünkü orada konvansiyonelin yanı sıra organik ve iyi tarım sertifikası da bulunabiliyor. Beğen, beğenme ama büyük şehirde yaşayan tüketici açısından iyi tarım ürünü önemli bir seçenek. Köylü pazarları ve semt pazarı ucuzluk bağlamında güzel ama oradaki ürünün hemen tamamı konvansiyonel ve hangi kalitede konvansiyonel, bilemiyorsun. Organik yok, iyi tarım ürünü yok. Seçenek sıfır. Parametre eksik. Denetim namevcut! Ne diyeyim? Eskiden çok severek giderdim İnebolu pazarına ama şimdi ciddi endişelerim var. Şekerpancarı geliyor çuvalla. Bilmiyorum ki o şekerpancarında ne gübre kullanıldı? Zirai mücadele ilacı kullanıldı mı bilmiyorum ki…

Nerde var organik pazar?

Her yerde var şimdi. Kadıköy’de, Kartal’da, Bakırköy’de, Şişlide var. 7 tane pazar var herhalde. Organik dükkan ise dünya kadar. Levent’te Serente var, Nişantaşı’nda Gaia var, Safran var. Cihangir’de Balya var. Bunlar et, tavuk ve çiğ keçi sütü de getiriyorlar.

Ve gelelim mutfağın alameti farikasına… Malzeme tamam da bir de bunun yapıcısı var…

Ben kadının evden çıkmış olmasını çok tedirgin edici buluyorum. Gıdaya sahip çıkamamamız kadının evden çıkmış ve erkekleşmiş olmasından kaynaklanıyor kanaatimce. Kadın avcı değil toplayıcı, yani tohumu toplayan, daha sonra eken (aynı şekilde çocuğu da) evdeki hayatı kuran… Bunlar çok önemli işler, hiç yabana atılmasın. İnsanın hayatta kalmasını sağlayan, bütün bu vahşi hayvanların göbeğinde insanın imparatorluğunu kurmasını sağlayan kadın! Bu sözlerim kadın evine kapansın manasına gelmesin. Önerim o değil. Kadının evine geri dönmesi, eve kapanması demek değil. Keza evden çıkmışlığı erkeksileşmesi manasına da gelmemeliydi kanaatimce. Ama kadın evinden koptu. Sonuçları ise ortada; yaşadığımız dünya, endüstriyel gıda, bu tüketim miktarı… Bunlar kadın evinde olsaydı, olamazdı gibi geliyor bana.

Bir dostum güzel bir örnek vermişti: Doğurganlığını hayatının ortalarında kaybeden tek memeli, insanmış. Geri kalan tüm memeliler ölene kadar üremeye devam ederlermiş. Bu kısa doğurganlık dönemini insan yavrusuna bir kadından çok daha kalabalık bir grup kadının bakması gerekliliğiyle açıklamıştı bana. Açıklaması doğru ya da yanlış olsun, ben ister istemez şöyle düşünmüştüm: biz kadınlar, anne, hala, teyze, kız ve anneanne birlikte yaşadığımızda hem evde ve hem de sokakta olma şansımız olamaz mı acaba diye. Sokaktan vazgeçmeyelim, ama, hep birlikte yaşamayı, düzenlerimizi birleştirerek var olmayı öncelik sayarak evlerimize, mutfağımıza, gıdamıza ve uzantısı olan dünyaya sürdürülebilir bir bağlamda sahip çıkmamız mümkün olabilir diye düşünüyorum.

Defne Koryürek: Kapımızdaki tehdit GDO
Defne Koryürek: ‘Haz’la ‘hız’ bir arada olmaz