11 Temmuz 1995 – SOYKIRIMIN başladığı tarih
Birleşmiş Milletler tarafından ”koruma altına” alınan Srebrenitsa’da 4 gün içinde 8372 kişi Sırp askerleri tarafından katledildi. Ayrıntılı bilgi için lütfen tıklayınız.
11 Temmuz 2014 – Soykırımın 19. Yıldönümü
Çevremin ‘bu (hamile) halinle gitme’ ısrarları üzerine daha da alevlenerek TRT’nin Srebrenitsa’da yapacağı canlı yayında görev alacak eşime ‘‘ya beni de götürürsün, ya da seni de bırakmam’’ tehdidim üzerine on dakika içinde sırt çantamı ve oğlumu hazırlayarak Srebrenitsa yollarına koyulduk.
Mis kokulu yemyeşil küçücük bir şehir burası. Cami ve kilise yan yana. Sırplar ve Boşnaklar birarada yaşamakta.
19 yıl evvel binlerce insanı katleden ve muhtemelen hala hayatta olabilecek yaşta olan onca katille aynı il sınırları içinde yaşamak zorunda olmak, aynı sokakları yürümek, aynı dağa tepeye kuşa bakmak, şehit anaları ve eşleri için nasıl bir işkencedir diye ‘sadece düşünüyorum’.
Merkezden Potoçari, yani öldürülenlerin yattığı ve her sene bulundukça bu yıldönümünde defnedildiği şehitliğe gitmek üzere arabama binerken, 4 günlük katliamın başladığı o acılı günü başka bir anlamla nispet yaparcasına kutlayan Sırplar’ın tam önümde bir kafede toplanmış gayet seslice ve alaylı kadeh tokuşturduklarını ve şarkı söylediklerini çaresiz sesimi çıkaramadan fark etmekteyim.
Mezarlığın girişi onlarca şehir dışı hatlı otobüslerden ve içinden inen yığınla insandan görünmemekte, o ana kadar konser veya maç çıkışlarında bile göremediğim bir izdiham yer almakta. Tam bir Nuh’un gemisi. Neredeyse her milletten en az birer çift… Çekik gözlüler, dövmeli motorcular, özellikle o gün adına orada gecelemiş bisikletli turistler…
Elini sıkı sıkıya tuttuğum oğlum Kerem’le boş bir alanda dizilmiş yeşil örtülü-numaralı tabutlara parmaklıklar arkasından bakarken, ‘anne şimdi çok tabut var burada. Bunları taşımak için çok adam gerek. Ama zor olmaz değil mi anne? Çünkü içinde sadece kemikler var’ diye şehit yakınlarını düşünmeyi akıl eden oğluma daha da sıkı sarılıyorum.
Hangi anne evladını bu dünyaya getirirken kendisinden önce öleceğini düşünebilir ki? Hangi anne yüreği ömrünün sonuna kadar her gün her gece bu gerçekle uyuyup uyanabilir ki?
Çocuklarımdan birini Saraybosna’da kardeşime bırakmışken, birinin elini avucumda tutarken, birini ise en güvendiğim yerde kalbimin tam altında taşırken, doğmamış bebeğimi bahane ederek gelmemeyi seçmek bu annelere haksızlık olmaz mıydı?
Esir kampından otobüslere ‘emin ellerdesiniz’ diye bindirilen bir kadının bebeği açlıktan ağladığından ‘artık ağlamayacak’ diye doyurulmak gerekçesiyle bir Sırp askeri tarafından elinden alınıp boğazı kesilmiş bir şekilde ‘bak ağlamıyor’ diye kucağına geri bırakılan anneyi düşünüyorum. Zakira Hrustenbaşiç’i düşünüyorum. Doğurmak üzereyken acımasızca katledilen ve cesedi bulunduğunda adeta mumya gibi bozulmamış bedeni olan, hatta karnında hala öylece kıvrılmış duran doğmamış 9 aylık bebeğini düşünüyorum.
Ben kimim ki, ne yaşadım ki, ne yaşıyorum ki? Hayatta sahip olduğumuz her şeyin birden elimizden kayıp canice yok edilmesi nasıl bir his olabilir ki?
(Zakira ve bebeğinin resmi yazının altındadır.)
Etrafımda çocuğunun, eşinin, babasının, amcasının, dayısının, yeğenlerinin, hatta dedesinin kısaca tüm aile erkeklerinin naaşlarını daha doğrusu arda kalmış kemik parçalarını toprağa vermeyi bekleyen kadınlara bakıyorum. Gülmeyi unutmuşlar, hatta daha evvel hiç gülmemişler sanki, öylece donuk bir ifadeyle önceden numaralanmış boş çukurların başında tabutlarını karşılamak üzere, iç çekerek, bulutlu gözlerini kısmış beklemekteler.
Cenazeler yavaş yavaş kalkıyor. Tam 175 tabut önümden elden ele sırayla geçerken, hayatını kaybedenlerin isim ve doğum tarihleri mikrofondan hızla yankılanmakta. Bu yıl ele geçirilen en küçük naaş 14 yaşında! Öldürülmemiş olsaydı bugün 33 yaşında olacaktı…
Tabutların ayaklanmasıyla ortalık birden karışır. Bir an ambulanslar gözüme çarpıyor, kurulmuş ilk yardım çadırlarındaki görevliler oradan oraya fenalaşanları taşımakta. Hıçkırık sesleri, bağrışmalar… Ağlamamak için hala direniyorum çünkü etrafım zoraki ayakta durmaya çaba gösteren kadınlarla dolu…
Ağlamak bu zavallı anaların haricinde kimin haddine? İkisi hayatta ve biri yolda 3 çocuk sahibi olan benim ne haddime?
Yıllarca herhangi bir ize ulaşmak için umutla bu anı bekleyen anneler takriben 15 dakika bile sürmeyen gömme işlemini ağlaşmalar ve ağıtlar eşliğinde izlemekteler. Hiç değilse artık çiçek bırakabilecekleri, dua edecekleri, sevdiklerinin yerini bildikleri 2 metrekarelik bir mezarları var diye onların adına kendimce teselli buluyorum.
Aylardır beklenen tören, cenazelerin defnedilmesi üzerine son bulur ve binlerce insandan oluşan kalabalık yavaş yavaş dağılır. Mezar başından kopamayan birkaç insan dışında kimse kalmaz. Eşim ve oğlum etrafta bırakılan boş şişeleri toplarlar.
Bütün bunlar yaşanırken, yurtdışında yaşayıp ergenlik çağımda tek derdimin almaya çalıştığım CDler, boy posterleri, MTV ve kot pantolonum olduğunu hatırlayarak bütün bunları uzaktan izlediğimi ve aslında sadece uzaktan üzüldüğümü, yaşananların hiçbirini şu an sahip olduklarıma sahip olmadan zaten anlayamayacak olduğumu geçiriyorum aklımdan.
Her anne-baba çocuğunun adını takdir belgelerinde, onur listelerinde, ödül törenlerinde duymak ve okumak ister.
Saraybosna’ya doğru dönüş yolunda kafamı dağıtmak için direksiyona ben geçiyorum. Aklımda sadece mezarlığa girişteki anıt ve üstündeki satırlar var.
Acaba üzerinde yazan ‘adalet’ ve ‘intikam’ sözcükleri şayet mümkün olsalardı yapılanlara karşılık yeterli olabilir miydi? Kaç müebbet hapis veya kaç idam bu çileyi gözyaşını dindirir? Hangi mahkeme, hangi adalet şimdi bu mezar taşlarına kazınmış kahramanları geri getirebilir? Kanayan kalplere merhem olabilir miydi intikam? Bu zulmün bedelini NE ödeyebilir ki?
Hangi anne çocuğunu bir çukura atıldıktan sonra tanınmamaları adına buldozerlerle paramparça edildikten yıllar sonra oradan buradan kalıntıları toplanan kemikleri tespit ederek, puzzle gibi bir araya getirilmiş yavrusunun naaşını bu şekilde toprağa vermeyi hak edebilir ki? Hangi anne çocuğunu gömmeyi hak eder ki?
Bir elim direksiyonda, bir elim karnımda, yanımda uyuyan eşime bakıyorum, ağlamayacağıma dair ona söz verdiğim ve gün boyunca sözümü tuttuğum halde gözyaşlarım boşalıyor…