Bu yıl babam öldürüleli 20 yıl oluyor. Önceki gün, arkadaşım Önder ile, evin önündeki sinevizyonu hazırlarken bir yandan düşmemeye bir yandan da düşünmemeye çalışıyordum. Bugün yazıyı yazarken, düşünüyorum… 1987 Dikili konuşmasında, ağabeyim geçirdiği bisiklet kazası yüzünden dikişleriyle Burhaniye’de doktor olan Lemi Eniştemin yanındayken, ben altı yaşında oradaki çay bahçesinin uzak bir köşesinde bisikletten korkup annemle otururken, aslında o şunları söylüyor: “Şimdi, barış, demokrasi… İnsandan şüphelenmemek lazım önce. Memleketin yazarı, çizeri, aydını niçin bu memleketi bir kıyama süreklesin? Niçin? Ha siz, sizin kafanızda bir takım problemler varsa, siz ülkeyi bir takım ayrıcalıklarla dayanarak yönetmek istiyorsanız, aydınlar buna karşı çıkıyorsa, sorun buradadır. Biz gerçek demokratlar isek, düşüncelerine katılmadığımız insanların cezalarına da karşı çıkmalıyız.” Çay bahçesinde söyleşinin yapıldığı o günü, hayal meyal, kalabalıklar arasında babamı göremediğimi ama hoparlörden sesini duyduğum gün diye hatırlıyorum. İnsan zihni, az geçirdiği değerli zamanlara da altın tozu serpmeyi de iyi biliyor.
Öldürülmesinden önce haberler düşüyor evin içine… Salondan içeri sesler giriyor: “Çetin Emeç’in şoförü de mi öldürülmüş?…” Bahriye Üçok’un haberini aldığımızda teyzemlerin evindeyiz, bomba patlamadan az önce taksiyle kapısının önünden geçmişiz. Altyazıdan okuyoruz… Muammer Aksoy’un yaka kartı giriyor evin içine, birkaç kez evde gördüğüm yaşlı amcanın neden öldüğünü anlamadığım gibi, öldürme fiilinin de ne olduğunu aslında anlamadığımı da, sonra anlayacağım. “Susturucu takılmış öldürülürken” sesi içeri giriyor yine… Musa Anter öldürülüyor, Ayvalık’ta öğreniyor babam, apar topar Diyarbakır’daki cenazeye doğru gitmeye çalışıyor. Aynı gün çok sevdiği İlhami Soysal da trafik kazasında ölüyor. Yakınlarından ölenlerin ve öldürülenlerin sayısı her geçen gün artıyor.
Sonra 24 Ocak 1993 günü, beni de yanında hastanedeki Kazım Amca’yı ziyarete götürmek istiyor. Ağabeyim Bulutsuzluk Özlemi konserine gitmiş. Evde yalnız kalmamı istemiyor. İçime hiç gitmek gelmiyor, gelmemi istiyor, evde kalabileceğimi söylemek için annemle konuşuyorum. Annem babamla konuşuyor, babam ikna olmasa da evden çıkıyor; ben evde kalıyorum… Sonrası malum, inanılmaz bir patlama sesi, giden elektrikler, çalan telefonlar, beni kontrole gelen komşular, akrabalar. Çocukluğumdan da derin bir şekilde kopuşumun anı. Ailemizin kaderini de, ülkenin kaderini de belirleyen bir patlaması sesi… Madımak henüz yanmamış, o yılın 2 Temmuz gününde bir de yangını yaşayacağız.
27 Ocak, yani cenaze günü, aklıma şöyle kazınacak. Morgda babamı görmek isteyeceğim, annem karşı çıkacak. Çok kızdıktan sonra cenaze boyunca sırılsıklam yanımızda arabanın yanımızda koşan Tuncay Özkan’a soracağım – o morgdan yeni çıkmış: “Nasıldı Tuncay ağabey?” Durakladıktan sonra yanıt verecek: “İyiydi, gülümsüyordu…” Uzun yıllar bunu hatırlayacağım, soğuk morgda gülümseyen bir yüz…
Ertesi yıl 24 Ocak’ta henüz dava açılmamış ve evin önünde sorgulayan kalabalıklar geliyor. Birkaç yıl geçiyor, anma etkinlikleri diye bir durum hayatımıza giriyor. Işık Kansu her yıl bitmez tükenmez bir sevgi ve kararlılıkla tiyatro metinlerini yazıyor… Mehmet Açıktan her yıl anma etkinlikleri için bir fikir üretiyor, oraya buraya koşturuyor. Sevdiğimiz oyuncular, müzisyenler, her yıl bir başkası bu anmada bize yardımcı olmak için koşturuyor.Ortaokulu bitiriyorum, liseye geçiyorum. Evin önüne anıtlar dikiliyor, çeşitli illerde / ilçelerde parklar açılıyor; bazılarının açılışına gidiyorum. Ahmet Taner Kışlalı öldürülüyor. Çocuğu henüz 40 günlük. Üniversiteye başladığım ilk günler… Defterime “her seferinde aynı acı sanki” diye not düşüyorum.
Hizbullah evine baskından sonra bir diskette babamın evinin krokisinin bulunduğu söyleniyor. Yıl 1999 olmalı. Sonra Uğur Mumcu Uzun Takip adıyla bir operasyon başlıyor. Yolları İran’dan geçen türlü sanık bu davanın içine giriyor. Tatbikat yaptırıyorlar bir gün, Abdullah Karakuş’un yüzüne bir maskeyi takarak. Sanırım bahar dönemi vizelerime hazırlanıyorum. Evin önünde canlı yayın arabaları, tatbikatı da canlı yayında izliyoruz.
Koalisyonlar kuruluyor, koalisyonlar dağılıyor. Bir ara dalgalanma oluyor, Abdullah Öcalan yakalanıyor. Hükümetler değişiyor. Oysa cinayetler değişmiyor. 1980 öncesine göre sayıca azaldı, diye bir garip iç ferahlaması var ama cinayetlerin rotası başka bir coğrafyaya da kaymış. Güneydoğu’dan gelen ölüm haberleri, şehirlerde patlayan bombalar, sürekli bir yerden düğmeye basıldı yorumları… Üniversitenin son yılı biterken, Necip Hablemitoğlu öldürülüyor. “Susturucu takılmış…” yorumu televizyondan içeri giriyor. İrkiliyorum.
2007’de ise Hrant Dink öldürülüyor. Babam ile Hrant Dink’i karşılaştıran, ağabeyimin deyişiyle “ölüleri yarıştıranlar” çıkıyor. Defterime not bile düşemiyorum artık, babamın sözü sürekli aklımda “insanlar öldürülürken susulmaz.”
İnsanlar haksız yere tutuklanırken, hapishanelerde ne için tutuklandıkları bile belli olmadan terörist payesi altında tutulurken, Sivas’ta zaman aşımı kararına devletlilerimiz “hayırlı olsun” derken, aile yakınları, insanlar sokakta gaz yerken de susulmayacağı gibi.
Son bayramlarda, Cebeci Asri mezarlığında ölen dedem ile babaannemin yerine Muammer Aksoy’da girmişti. Dolaşırdık o yeşil mezarlıkta taşlarında yazanlara bakardık, peşimizde plastik şişelerle dolaşan çocuklar…
Belleğimde mezar taşları, 30’lu yaşlarıma giriyorum.
Babam öldürüleli ise 20 yıl olmuş.
Gözlerdeki damla hâlâ taze oysa.
Kaynak: Cumhuriyet ve t24