Ülkemizde her ilkbahar ve yaz tekrar ortaya çıkan Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi denen hastalığın keneler yoluyla yayıldığını artık hepimiz biliyoruz. Keneler de Anadolu’da hep bulunurdu; ama ne oldu da yüzyıllardır birlikte yaşadığımız keneler birden can düşmanımız halini aldı? Bunun cevaplarından biri dünyada 2004 yılı itibariyle ortaya çıkan Kuş gribinde bulunabilir. Kuşlar ve insan dışındaki memeli hayvanlar Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi hastalığına yakalanmazlar. Buna ilave olarak kuşlar keneyle de beslendikleri için kene sayısının artmamasında önemli rol oynarlar. Ancak Kuş Gribi nedeniyle doğal yaşamdaki pek çok kuş ve tavuk itlaf edildiğinden keneler serbestçe üreme imkanı buldular. Bu da Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi’nin yayılmasını kolaylaştıran faktörlerden biri oldu.
Doğanın böyle bir dengesi var işte. Doğadaki bir canlı türü yok olduğu zaman bundan hangi canlının etkileneceğini bilebilmek neredeyse imkansız. Bu nedenle doğanın dengesine elimizden geldiğince zarar vermemeye çalışmak hepimizin yararınadır.
İklim değişikliği nedeniyle Kuzey Kutbu’ndaki kutup ayılarının ölmesini umursamayabiliriz; ancak bu ayılar foklarla besleniyor, foklar da balıkla, foklardan arta kalan balığı da biz avlıyoruz diye düşünmeliyiz. Kutup ayılarının sayısı azaldığında fokların sayısı artacak, bu da onların yediği balık sayısını arttıracağı için insanların avlayabileceği balık sayısı da azalacak gibi bir mantık dizisi de kurabiliriz. Sonuç olarak gözden kaybetmememiz gereken ana hedef doğanın dengesini korumak olmalıdır. Biz her ne kadar doğanın hakimi olduğumuzu düşünüyor olsak da doğanın dengesi bir kez bozulduğunda bizim hakimiyetimizin de bir anlamı kalmayacak. Bugün insanlığın tamamı doğadan kazandığı besinlerle hayatını sürdürmektedir. Bozduğumuz denge bir noktada gelip bize zarar verecek bir oluşumu eninde sonunda başlatacaktır.
2001 yılında dünya devletleri dünyadaki biyolojik çeşitliliğin korunması için bir anlaşmaya vardılar. Bu anlaşmaya göre 2010 yılına kadar dünya üzerindeki biyolojik çeşitliliğin azalması durdurulacaktı. Dünyadaki biyolojik çeşitliliğin azalmasının durdurulması son derece önemli bir konudur; çünkü tüm yaşam birbirine bağlı olduğu için bir cinsin kaybının başka nelerin kaybına neden olacağını tahmin edebilmek mümkün değildir.
2010 yılında Nagoya’da toplanan dünya devletleri 2001-2010 yılları arasında biyolojik çeşitliliğin korunması için hiçbir şey yapmadıklarını söyleyerek bu durumu 2020 yılına kadar düzeltmeye karar verdiler. Geçtiğimiz on sene içerisinde bu konuda insanlığın yararındansa şirketlerin yararını düşünen devletlerin, önümüzdeki on sene içerisinde de bir çaba harcamayacakları neredeyse kesin.
Devletimiz de doğaya en fazla zarar veren devletler arasındaki yerini şu anda meclise gelmek üzere olan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası ile perçinlemeye hazırlanıyor.
Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası denildiği zaman benim algım devletin yukarıda sözünü ettiğim konuların tamamında doğaya karşı daha korumacı bir davranış göstermesi şeklinde oluyor. Ancak çıkartılmaya çalışılan yasa bunun tamamen tersi bir çaba içerisinde. Öncelikle yasanın temel düşüncesi doğanın korunmasından ziyade “doğanın sürdürülebilir kullanımı” gibi görünüyor. Yasada, özel şirketlere doğayı koruma zorunluluğu getirileceğine, onu kullanmaları için her türlü yetkinin tanınması üzerine çalışılmış.
Tasarının kabul edilemez olmasının çok sayıda nedeni var. Bunlardan en önemli üçü şöyle özetlenebilir:
– Yasa tasarısıyla “üstün kamu yararı” için korunan doğa alanlarının her türlü yatırıma açılmasına olanak sağlanıyor. Ancak üstün kamu yararından kastedilen şey “ekonomik kalkınma”. Yasa tasarısına göre hangi durumda “üstün kamu yararı” olduğuna tek başına Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Bakanlar Kurulu karar verecek. Bunun anlamı, siyasi iktidarın, siyasi ve ekonomik gerekçelerle istediği ormanı, vadiyi, sulak alanı ve benzeri, korunması gereken doğa alanlarını, istediği milli parkı, sit alanını ya da tabiat parkını kimseye sormadan yatırıma açabilecek olması. Yani “üstün kamu yararı”, halka değil şirketlere sorulacak. Oysa doğanın zararına olan hiçbir şey insanların yararına olamaz.
– Yasa tasarısı korunan doğal alanların sınırlarını ve statüsünü, yani nerenin koruma alanı, nerenin milli park ilan edileceğini, nerenin koruma statüsünün iptal edileceğini belirleme yetkisini tek başına Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Bakanlar Kurulu’na, yani siyasi iktidara bırakıyor. Korunan alanların geleceği ve doğanın sınırları siyasetçilere bırakılamaz. Doğanın sınırlarını siyasetçiler değil, doğanın bilimi ve yörede yaşayanlar çizer.
– Tasarı, giriş bölümünden itibaren doğanın “sürdürülebilir kullanımını” hedeflediğini açıkça belirtiyor. Oysa böyle bir yasa; kullanımı değil, korumayı hedeflemelidir. Korunan alanların kullanımının sınırlanması, hatta bazı durumlarda hiçbir surette kullanılmaması esas olmalıdır. Doğru bir yasada hedeflenen, “kullanma”nın yerini koruma, saygı gösterme ve paylaşımın almasıdır.
Eğer bir gün çocuklarımıza bırakacak bir tabiata sahip olmak istiyorsak bu ve benzeri yasaları kabul etmemiz mümkün değildir. Bu tasarının yasalaşmaması için her türlü demokratik çabayı göstermenin bir vatandaşlık değil insanlık görevi olduğunu düşünüyorum.