Şehirlerarası otobüste bir bebek ağlaması ya da bebekten yükselip ince ince insanın burnuna dokunan naif bir b.k kokusu ya da ortalık yere kusan bir bebecik… Sonra otobüsten gelen “off pufff” sesleri. En nihayeti, “kadın sustursana çocuğunu uyumaya çalışıyoruz” diyen birileri. Anneden gelen başka bir ses:
– Napıyım çocuk uyumuyor!
– O zaman otobüse binme sen de çocukla!
Bir belediye otobüsü, ve otobüse binmiş bir gurup liseli, ergen tip. Borozan gibi çirkin sesler ve bir türlü bitmek bilmeyen kahkahalar… Gürültü dediğin böyle çıkartılır işte! Peşinden yine aynı “off”, “pufff” ve “gençler sessiz olun”…
Birkaç gün önce Uzun Çorap’ta 13 yaşındaki Defne’nin bir öyküsü yayınlandı. Şöyle yazmış öyküsünün bir yerinde, “Büyükler nasıldır bilirsiniz, çocuklukları hiç olmamış gibi, annelerinden bu şekilde doğmuş gibi düşünürler. Oysa anlayamadıklarını düşündükleri sorunun cevabı tam da burunlarının ucunda, geçmişte duruyordur”. Hah işte Defne! Biz büyükler o bahsettiğin şeye “empati” diyoruz, sen de biliyorsundur zaten. Sonra da bir daha kullanmamak üzere kenara koyuyoruz. Neyse devam edelim…
Mesele sadece çocuklarla bitmiyor elbette. Belli ki pazardan alınmış, “Diesel” marka kot giyinmiş, üstüne yine pazardan (modası geçti sanırım ama) pembe tişört giymiş ve saçları da hah işte tam o aklınızdan geçtiği taramış bir genç geziyor orta-üst sınıf bir caddede. Gülüşenler var, uzaklaşanlar. Halbuki “kılık kıyafeti hiç önemsemiyormuş gibi” görünmek isteyenler için mağazalar var bir sürü. Fiyatlar oldukça pahalı ama kılık kıyafeti önemsemiyormuş, böyle şeylere takılmıyormuş gibi görünmenin de bir bedeli var! Öyle pazar yerinden aldığın üç kuruşluk pırtıyla olmaz bu iş delikanlı, aklında bulunsun! Bu halinle o caddede sevilmiyorsun.
Yine başka bir otobüste yaşlı bir hacı amca, ya ter kokuyor ya hacıyağı, ben uzaktayım kokuyu tam alamıyorum. Öndeki koltuk boşalır boşalmaz yanında oturan “hamfendi” kalkıp öne geçiyor. Tabii ki “of”layarak akabinde de “pof”layarak.
Bunca lafın üzerine, b.k, ter ya da hacıyağı kokusunun, ergen gürültüsünün ve pembe tişörtün güzel bir şey olduğunu iddia etmeyeceğim. Bizce güzel değil yani, “biz” kimiz bilmiyorum tam, işte bu ortak kanıları yaratan bir topluluğuz. Birbirimize neyle bağlıyız. Neden apayrı yerlerde aynı şeyleri düşünüyoruz bilmiyorum. Ama biz öyleyiz, bakışlarımızdan tanıyoruz birbirimizi, tabi “ötekileri” de…
Dağılmadan konuya geri döneyim. Evet evet, o gizli tarikatın bir üyesi olarak, o kokuları, görüntüleri ve gürültüleri ben de sevmiyorum. Ama tepki gösterenleri daha çok sevmiyorum. “İşte” diyorum kendi kendime “Etrafını rahatsız etmemenin erdemiyle büyümüş tam bir Batılı!”…
Oysa etrafından rahatsız olmamayı (hadi mümkün olduğunca diyelim) başarma erdemi çok daha değerli bence. Diğeri fazla saygılı bir davranış. Saygı ne ki peki? Karşındakini tanımazsın, ne düşündüğünü, ne yediğini, ne içtiğini bilmezsin, merak etmezsin, önceden hazırlanmış ilişki kalıpları içerisinde davranırsın ki risk almayasın. Saygı öyle bir şey; söylenemeyip de içte kalması gerekenlere, külliyen söylenemeyeceklere verilen bir isim. Sınırları vardır ve aşarsan tahammül bariyerlerine çarparsın. Ama işte “saygı göstermek” yerine bir insanı tanımaya çalışmak, saygıdan vazgeçip duygularını düşüncelerini açmak da riskli bir şey. Hani derler ya “görüşlerine katılmıyorum ama saygı duyuyorum” diye. Yani işte “üstüne tartışılacak kadar önemli bulmuyor, sallamıyorum, hatta seni adam yerine koyup kendi görüşlerimin doğruluğuna ikna etmeye bile çabalamıyorum”. Anla işte kardeşim “saygı duyuyorum!”.
Her konuda dengeli, saygılı ve etrafını rahatsız etmeden davranmak önemli, çocuk da olsan kimseyi rahatsız etmemek, delicesine gülmek isterken, hayvanlar gibi ağlamak isterken, kırk yılın başı bir müzik dinlemek ya da içip dağıtmak isterken de dengeli olmalı. Çünkü bilmeli ki herkesin hazırda sakladığı kınayıcı bakışları “cıkcıkcıkcık”ları, daha da abartırsan hazırda duran bir “of”u bir de “puf”u var.
Bunca tahammülsüzlüğün ortasında, hep başkalarının görmek istediği insan olmaya çalışırken kendini “kalabalıklar içinde yalnız hissetmemek” mümkün mü? Tanım çok klişe oldu derseniz ben de size “bi düşünün o zaman niye klişeleşecek kadar çok kullanıldı” derim.
İşte sanırım en çok da bunun için delilere ve çocuklara ihtiyacımız var. Deliler başka bir yazının konusu belki ama çocuklar… Bir tek onlar emek emek kurduğumuz “saygı ve tahammülsüzlük” medeniyetinin orta yerine s.çabiliyorlar. Umarım bilim bu “sorun”a da bir çözüm bulmaz. Saygılarımla…
Muhteşem bir yazı! Cok sevdim